22 Şubat 2022

Beckett’i Beklerken…

Yazar: Faruk Mustafa EKİCİ

Samuel Beckett, modern edebiyata şekil veren ve sonradan “absürd” diye adlandırılan tiyatro akımının öncü isimlerinden. Hakkında pek az bilgiye sahip olduğumuz, yaşarken gözlerden ırak olmayı tercih eden yazarımız, yazdıkları hakkında konuşmayı sevmez. İrlanda doğumlu olan yazar, ilk eserlerini İngilizce verirken Fransa’ya yerleştikten sonra eserlerini Fransızca vermeye başlar. Yazar, dönemi itibariyle her iki dünya savaşını da görmüş ve 20. yüzyıl insanının içinde bulunduğu duruma tanıklık etmiş.

20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren iki dünya savaşı görmüş ve hayatta kalmış insanlar; kentlerin yıkılışını, evsiz kalmayı, soykırımları, sevdiklerini bir daha hiç görmemeyi tecrübe etmişler ve bu vahim tecrübe onlarda ister istemez bir bellek kaybına, inandıkları değerleri sorgulamaya yol açmıştır. Bu sorgulamaların başında önceki çağların birikimiyle gelen Tanrı inancı ve Batı’nın insana verdiği değer ya da diğer adıyla “Hümanizma” olmuştur. Değişen çevreye uyum sağlamaya çalışan bu toplum, inançları, insanın varoluşunu ve değerini sorgulama yolunda farklı yollar seçmiştir. Elbette seçilen bu yollar da sanat eserlerine yansımıştır.

Beckett’in de böyle bir ortamın içinde olması ve yarattığı eserlere katkısı yadsınamaz bir gerçek. Böyle bir çağda insan anlamı yitirmeye ve yeni anlamlar arama çabasına girişirken Beckett de bu anlamlandırma çabasının bir ucundan tutmaya çalışan ve tuttuğu yeri hiçbir zaman yakalayamayan, ancak olmak için çabalayan bir yazar. “Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Yine dene, yine yenil. Daha güzel yenil.” sözlerinin de sahibi olan Beckett, insanlık için hem umudun olduğunu hem de olmadığını savunup, yazdığı eserlerdeki üslubuyla post-modern edebiyata göz kırpmıştır.

En bilinen ve kendisine Nobel’i kazandıran eseri “Godot’yu Beklerken”de yazar, oyunun ortasına “bekleme” eylemini koyarak o güne dek örneğine fazla rastlanmayan ilginç bir oyunu kaleme almış Oyunda, Vladimir ve Estragon adında iki kişi kuru bir ağacın bulunduğu bir yolda Godot’yu beklemektedirler. Godot’nun gelip gelmeyeceği belli değildir. En önemlisi de, Godot’nun kim veya ne olduğu konusunda bu iki kişinin en ufak fikirleri bile yoktur. Ama oyun boyunca bekleme eylemlerini sürdürürler. Godot geldiğinde her şeyin daha iyi olabileceğini düşünmektedirler. Godot’nun ne olduğu hakkında çeşitli tahminler olsa da Beckett, daima yazdıklarının açık olduğunu ve anlam aramak için başka yerler yerine yazılana bakılması gerektiğini savunmuştur. Belki de yazdığının hiçbir anlamı yoktur; sadece söylenmesi için söylenmiş, beklenmesi için beklenmiştir Godot.

20. yüzyıl insanının yaşadığı çelişkilerin etkilerini bolca gördüğümüz yazarda, Godot’yu beklemenin hem umutlu hem de umutsuz bir eylem hatta eylemsizlik hali olduğunu görüyoruz. Karakterlerimiz, bazen Godot’nun gelip gelmeyeceği üzerine şüpheye düşseler de yerlerini terk etmez, beklemekten asla vazgeçmezler. Beklemek adeta onların kaderidir. Belki de Godot, hayatımız boyunca beklediğimiz şeylerin tümüdür. Bunu bilmiyoruz, hatta Beckett bile bilmiyor. Kendisine Godot’nun ne olduğu sorulduğunda “Bilseydim oyunda söylerdim” gibi bir cevap veriyor. Aslında Beckett de bilmekten çok beklemenin önemini vurgulamakta. Belki de bir kurtarıcı olan Godot’yu, gelmesiyle değil de onun varlığını bilip beklemeyle ancak kurtulabileceğimize dikkat çekiyor. Belki de öyle bir kurtarıcı hiçbir zaman gelmeyecek olduğu bilinse bile yine de bir yerlerde umut vadeden bir kurtarıcının olması insanın yaşama dair umutlarını artırıp yaşama sevinci verir.

Bu yeni çağın insanı, umutlarla var olmaya çalışan, yeni bir tür insandır. Oyundaki kişilerin birbirlerini Godot’nun geleceği veya gelmeyeceği üzerine ikna etmeleri, sonlara doğru gelmeyeceğini düşünüp intihar etmeye kalkışmaları ancak bir türlü yapamamaları, oyunun genelindeki eylemsizliğe, belirsizliğe hizmet eden başka bir etmendir. Oyundaki belirsizliği güçlendiren diğer bir etken, oyun kişileri arasındaki ilişkilerdir. Öyle ki, birbirlerini daha önce görmelerine, tanışıp konuşmalarına ve aradan sadece bir gün geçmesine rağmen, birbirlerini hiç tanımıyormuş gibi davranmaları, kafaları karıştırır ve onların hakkında net bilgi edinmek konusunda engelleyici bir etken olur. Kimlikleri tanımlanmayan bu karakterler klasik dramatik anlatıya uymayan yapıdadırlar. Çünkü Beckett, evrene kendi istemleri dışında fırlatılmış insanın önemsizliğinin, engelleyemediği ölüm karşısındaki güçsüzlüğünün, ancak yüzeysel ayrıntılardan sıyrılarak anlatılacağına inanır.

Beckett, oyun kişilerinin günlük yaşantılarındaki yüzeysel sorunlarını değil, varoluş yolculuklarını sergiler. Bu oyunda da sıkça örneğini gördüğümüz bir başka sorun “iletişimsizlik” konusudur. Modern insan için dil, iletişim kurmaya yeterli bir araç değildir. Aksine dil, insanların birbirine yabancılaşmasını kolaylaştıran, ilişkileri mekanikleştiren bir araç halini almıştır. Vladimir ve Estragon da çoğu zaman birbirlerini anlayamazlar ve konuşmayı sadece konuşmak için yaparlar. Belki de sadece var olmayı denemek için konuşurlar, ancak konuşmanın varlıklarını kanıtlamak için yeterli olup olmadığını onlar da bilmezler. Ayrıca Beckett dönem itibariyle getirdiği yorumla seyircide türlü duyguları uyandırma yoluna gitmiştir. Beckett’in oyununu izleyen seyirciler salondan yeterince mutlu ayrılmazlar. Kendi öz varlıklarına yönelik sorulara yoğunlaşmış bir şekilde belki soğuk, acı bir gülümseme ile oyunu izlerler.

Vladimir ve Estragon’un sonsuz bekleyişleri, oyunun başında seyircide merak uyandırıcı bir etki yaratsa da oyun ilerledikçe onların umutsuz bekleyişlerine ortak olurlar. Ama bu paylaşım, trajik bir tiyatro oyunundaki kadar kuvvetli bir paylaşım olmaz. Çünkü, Vladimir ve Estragon’un içinde bulundukları duruma kayıtsız kalmaları, Vladimir ve Estragon’u dayanılmaz beklentileriyle oluşan trajik durum içinde komikleştirir de. Godot’yu gelmeyeceğini bile bile beklemeleri, anlamsız ve aynı zamanda komiktir. Bu nedenle, gülme sayesinde onlarla kendimizi özdeşleştirme gibi bir çabamız da söz konusu olamaz. İnsan olarak nitelendirmekte güçlük çektiğimiz, her durumda karşımıza belirsizlikler içinde çıkan, kimliksiz birer kukla görünümünde olan bu kişiler, içinde bulundukları trajik durum içinde seyirciyi güldüren birer komik öğedir. Dolayısıyla seyirci kendi ile özdeşlik kuramadığı oyun karakterlerine gülerken, bir yandan da içinde bulundukları tuhaf durumlara üzülebilir.

Benzer göstergelere yazarın, “Oyun Sonu” adlı oyununda da rastlamak mümkün. Oyunda Nell adındaki bir karakter “Hiçbir şey mutsuzluktan daha komik olamaz. Önemli olan yalnızca gülüş ve gözyaşıdır” diyerek Beckett’in komik öge ile trajik ögeyi birbiri içinde erittiği üsluba yine rastlarız.

“Oyunun Sonu”nun geçtiği yer, tüm dünyadan soyutlanmış bir odadır. Bu odanın iki yüksek penceresi ve mutfağa açılan bir kapısı vardır. Bu odanın tam merkezinde Hamm’ın tekerlekli koltuğu durur. Bu koltuk, Hamm’ın isteğiyle biraz hareket etse de yine Hamm’ın isteğiyle merkeze döner.

Sahnede Hamm’ın seyirciye göre sol tarafında iki çöp kutusu bulunmaktadır. Bunların içinde Hamm’ın annesi Nell ve babası Nagg yaşarlar. Nagg ve Nell’in ayakları yoktur. Bir kazada ayaklarını kaybetmişlerdir. Hamm ise kötürümdür. Tekerlekli sandalyeye bağımlıdır. Gözleri de görmez ve beyni kanamaktadır. Oyunun tek hareket eden kişisi Clov’dur. O da romatizmaları yüzünden oturamaz.

Hamm, Clov’u küçükken yanına almış ve büyütmüştür. Clov şimdi Hamm’ın hastabakıcısıdır. Aralarında zorunlu bir bağımlılık ilişkisi vardır. Zorunlu bağımlılık ilişkisinde, eğer iki taraf da eşit değilse, bir taraf güçlü ya da Hamm gibi kendisini önemli birisi gibi hissediyorsa ve diğer taraf ise her zaman emir alan ve sömürülen tarafsa, aynı zamanda bir efendi-köle ilişkisi var demektir. Hamm ve Clov arasındaki ilişki, Godot’yu Beklerken’deki Pozzo ve Lucky’nin ilişkisine benzer. Tıpkı “Godot’yu Beklerken”deki gibi bu ikilinin de birbirine bağımlı olma hali vardır. Beckett insanların birbirine bağımlı olma durumlarını böyle bir efendi-köle ilişkisi üzerinden kurmuştur.

Nagg, küçükken sık sık uyanıp ağlayan Hamm’ı sakinleştirip rahatlatacakları yerde, onu sesinin duyulmayacağı bir yere götürüp Nell’le rahatça uyuduklarını söyler. Şimdi de onlar yaşlanmış ve sakat kalmış olduklarından Hamm’a ihtiyaçları vardır. Hamm da kendi sırası geldiğinde onlara kötü davranır. Zaten onları çöp tenekesine atmıştır.

Oyunda tek sevgi kırıntısı Nell’in de anlattığı gençlik anısı, yani o göldeki kısacık mutluluk anıdır. Beckett’e göre zaten mutluluk gençlikte yaşanan kısacık bir olaydır. Beckett’in tüm oyunlarında olduğu gibi, bu oyunda da belirli bir zaman ve uzam kavramı yoktur. Oyun bunlardan soyutlanmıştır. Örneğin Hamm ilacını içtiği halde yine ister.

Beckett’e göre, insan bebekliğindeki çaresizlikten, yaşlanıp da bir türlü ölememesine kadar hem kendisi acı çeker, hem de kendi yakınlarına acı çektirir. Bu da insanın varoluşunun anlamsızlığıdır. Oyunda mutsuzluk da önemli bir yer tutar. Mutsuzluk, gençlikte sevgiyle yaşanan kısacık bir andan geriye kalan, saatlere ve günlere dayanma sabrıdır. Bu anlamsız yaşamda insan mutsuzdur çünkü insan dünyaya öylece atılmıştır. Nasıl olsa ölecektir. Tüm yaptıkları ölümüne kadar olan yaşamını anlamlı kılmaya çalışan yanılsamalardır. Yaşam acı çekmek demektir. Yaşamda, kişi önemli olduğu yanılsaması içinde bulunur ve acımasızlaşır. Beckett’e göre, insanların önemli bir dayanağı olan Tanrı inancı da artık yok olmuştur.

Oyunda kaos ve düzen arasında bir çelişki vardır. Clov düzene düşkündür. Burada dünyanın düzeninin tamamen bozulduğu artık tam bir kaosun hâkim olduğu anlatılır. Bu kaos, Nagg tarafından pantolon öyküsüyle anlatılır: Eski zamanlarda pantolon siparişi alan bir terzi, kusursuz bir dikiş yapmak için müşterisini aylar boyunca oyalamış. Sonunda tepesi atan müşteri, Tanrı’nın dünyayı altı günde yarattığını, oysa onun bir pantolonu üç ayda dikemediğini söylemiş. Terzi çok sinirlenerek, “Ama sayın bayım.” demiş, “Bir dünyanın haline bakınız, bir de şu benim ‘PANTOLON’a” …

Tüm sevgisizlik ortamına karşın, Beckett yine de oyuna umut koymuştur. Camdan dürbünle bakan Clov bir çocuk görür. Bu umut verici bir gelişmedir. Ayrıca, Beckett’in oyunlarında olay dizisi ve karakter gelişimi yoktur. Bir kısır döngü içinde devinen kişiler vardır. İki oyunda da karakterleri birbirleriyle iletişim anlamında zayıf olmakla birlikte birbirlerine bağlıdırlar.

Oyunlar aksiyon anlamını taşıyacak eylemlerden yoksun ve bekleme halinin hakimiyetindedir. Beckett, oyunlarında insanın var olma çabasını ilginç karakterlerle ve tuhaf bir üslupla anlatmayı seçerek hem “absürd tiyatro”ya hem de kendinden sonraki tiyatro geleneğine büyük katkı sağlamıştır.