23 Mart 2023

Hesap Günü

Yazar: Hatice Hazal GÖKÇİMEN

Eylül 1932/İstanbul

Ah ki yanık yüreklerin türküsü Kara Tren… Demek yine alıp meçhullere götüreceksin bizi.
Kardeşimle beraber memleketimden bu trenle çıkmıştım. İstanbul’dan Trablusgarp’a bu trenle gitmiştim; ilk orada yaşadım mahşeri. Silah arkadaşlarımı, kardeşlerimi verdim toprağa bir bir. Sonra bu trenle düştüm Çanakkale yollarına. Kara Tren beyaz haberler götürdü vatanın dört yanına. Irak Cephesi’nde buldum kendimi sonra.
Ya Payitaht? Ya nazlı güzel İstanbul?..

O vakit idadiye yeni başlamıştı hemşirem. Harbe giderken komşulara emanet etmiştim. Eve her döndüğümde aynı sevinçle karşılamış, Kara Tren’e her bindiğimde mağrur bir hanım edasıyla uğurlamıştı beni. Lakin son gidişimde farklıydı.
Şafak vaktinde çıkacaktım evden. Gitmeden, eğer uyuyorsa son bir kez olsun saçlarını okşayayım diye odasına girdim. Uyumuyordu. Bilakis, belli ki uzun vakittir uyanıktı. Pencerenin kenarında divana oturmuş, Kur’an okuyordu. Başka, çok başka bir hal vardı üzerinde. Beyazlar giyinmişti. Yanına oturup bitirmesini bekledim.
“Aziz olan Allah doğru söyledi.” Büyük bir huşuyla üç defa öpüp alnına koydu, sonraysa özenle O’na ait rafa yerleştirdi. Gözlerini sevgiyle gözlerime diktiğinde gördüm, ıslaktı kirpikleri.
“Allah kabul etsin küçük hanım.”
“Sağ olasın ağabey.”
“Hayrolsun sultanım, bu ne hazırlık?” Gülümsedi Sare, gönlümdeki tüm özlemleri hatırıma getirerek.
“Cepheye geleceğim ağabey!” Çehresi gülüyordu lakin sesinde hiçbir duygu yoktu. Pürüzsüz, net bir ünlemdi bu. Benden müsaade istemiyor, yapacaklarından haberdar olmamı bekliyordu.
“Ne dersin Sare’m? Hani sen okuyacaktın? Yitip giden bir milletin evlatlarını, bu vatanı tekrar imar etmeleri için yetiştirecektin?” Hiç tereddüt etmeden karşı çıktı:
“Evet. Öyle. Lakin şimdi bu daha mühim. İdadiyi bitirdim. Cephede asker şehit olurken benim burada durmam yakışık almaz. Harpten sonra giderim Darülfûnun’a. Vakit elimden ne gelirse onu yapmak vaktidir.” Uzanıp elini tuttum.
“Sen ne yapacaksın harpte? Hele ki tâ Irak Cephesi’nde.”
“Sen yokken sağlık eğitimleri aldım. Yara sarar, askere yardım ederim. Okuma-yazma bilmeyenin mektubunu okur cevap yazarım. Nefere su, cephane taşırım. Arapçam işe yarayacak derecede, mütercimlik yaparım.” Öyle kararlıydı ki… Nasıl anlatırdım ona cepheye gelmesinin imkansız olduğunu?.. Bir kere o yaşta kızı hele ki ailemden kalan son kişiyi, kardeşimi, nasıl götürürdüm oralara? Hadi hepsine tamam diyelim; subay adamım ben, nasıl sokarım onu askerin arasına da cepheye getiririm?.. Benden ses çıkmayınca ayağa kalktı.
“İstersen müsaade etme. Ben o trene hemşire olarak bineceğim.” Aklından neler geçirdiğini tartamıyordum artık.
“Ne hemşiresi!?” Omuz silkti.
“Cepheye gidecek hemşire arıyorlardı geçen gün. Gittim adımı yazdırdım, ben de geliyorum.” Birden celallenip ayağa fırladım.
“Nasıl benden habersiz iş yaparsın Sare, nasıl!?”
“Hiddetlenme ağabey! Sana sorsam izin vermeyecektin, engel olacaktın bana. Bir kerecik senden habersiz bir işe kalkıştım, kötü mü? Mehmetçiğimize, vatan evlatlarına yardım etmek istememin nesine kızıyorsun ki!” Afallamıştım. Sare birden bire gözümdeki küçük kız çocuğu halinden sıyrılıp bir kadın olmuştu ve bana kafa tutuyordu. Yaklaşıp omuzlarından kavradım onu.
“Sare’m, sultanım… Sen benim her şeyimsin. İstanbul’da olduğunda gözüm arkada kalmıyordu. Şimdi beni harp meydanına endişeyle koyma.”
“Tasa etme ağabeyciğim. Allah’ın izniyle bana hiçbir şey olmayacak ve göreceksin, geldiğimizde sen şu koltukta hevesle başlayıp bir türlü bitiremediğin kitabını okuyacaksın, ben de sana kahve yapacağım.” Göz ucuyla koltuğa baktım. Haklıydı. Dört sene evvel gelen havadisle alelacele kalkıp gittiğimde kitabımı nasıl bıraktıysam, öyle duruyordu.
“Hiç dokunmamışsın.” dedim.
“Ben bu evde seninle yaşadım hep. Müdahale edemezdim…” Onun düş dünyasında kurduğu hayalleri bildiğimden ses çıkarmadım. Gözlerimi zorlayan yaşlara mani olarak bir öpücük kondurdum başörtüsünün üstüne. Daha fazla itiraz etmek istemedim:
“Haydi, geç kalıyoruz.”
Sonra çok çetin günler başladı. Ben cephede iki kez yaralandım; bir kere sağ omzumdan, bir keresinde de böğrümden. Allah’ın izniyle iyileştim. Sare ise aylarca yılmadan, yorulmadan çalıştı. Hakikaten dediği her şeyi yaptı. Bir gördüğümde askerin yarasını dikip pansuman yapıyordu, bir gördüğümde kumandanlara vesika tercüme ediyordu. Bir mermi kutularını kucaklayıp neferlere dağıtıyordu, bir hasret yüklü satırlara şahitlik ediyordu.

1916 Haziran’ıydı, eve döndüğümüz zaman. Harpten dönen iki kardeş ilk ne yapardı bilmiyorduk ama… Evet, ben o kitabı bitirdim. Koyduğum yerde bulana dek aklıma gelmemişti bile. Ve Sare de söz verdiği gibi nefis bir kahve pişirdi o gün bana. Mektebini sorarsanız; Darulfünun’a girdi, hayalinde olduğu gibi. Lakin 1920 işgalinde İngilizler orayı da ele geçirince, bitiremedi işte.
Sonrasında da; ağabey-kardeş omuz omuza vatan için, bayrak için, millet ve ümmet için mücadeleden hiçbir zaman geri durmadık. Güzel hemşirem şimdi ise, vatanı için her daim çalışan bir mücahide, ayrıca kahraman bir şehidin hanımıydı. Çocukluğunu Balkan dağlarında, gençliğini harp meydanında bırakmıştı Sare’m…

Nasipten öte yol yoktur ya, bindik yine bu Kara Tren’e…

“İyi misin ağabeyciğim?” Daldığım hülyalardan sıyrılmaya çalışarak tebessüm ettim.
“Birazdan hareket eder, değil mi?” Beni konuşturmaya çalışıyordu. Sessizliğim onu endişelendiriyordu, biliyordum. Lakin yine de başımla onayladım.
Bir ses dolandı trende:
“Yazıyoooor, yazıyor! Türkiye’nin son havadislerini yazıyor!” Gazete satan çocuğun sesi dakikalarca bir uzaklaşıp bir yaklaşarak yankılandı kompartımanlar arasında.
“Yazıyoooor, yazıyor!” Ellerini dizlerime koydu Sare.
“Gazete ister misin ağabeyciğim?” Hüzünle gözlerine baktım. Ellerimi ellerinin üstüne koydum. Bir sır paylaşır gibi:
“Yazdıklarından versene, bakınayım biraz.” diyerek canı gibi koruduğu vesika çantasını gösterdim. İnci gibi bir el yazısı vardı. Orta mektepte Fransızca görmesine rağmen yeni harflere bir türlü alışamamıştı. Her ne kadar yasaksa da o güzel öykülerini eski harflerle yazar bana verirdi. Trenin kalkmasını beklerken biraz olsun onlardan birini okuyup rahatlamak istedim. Hem bu verdiğini ilk defa okuyordum, ne güzeldi öyle. Bizim köyümüzde geçiyordu. Mazide oynanan bir oyunun en başındaki perdelerini araladı bana…
“Tanrı uludur! Tanrı uludur!”

Yerle yeksan oldu köyümüz, evimiz. Karıştı birbirine harfler. Kağıtlar dağıldı, düştü kompartımanın zeminine. Sare atıldı hemen. Açık olan pencereyi kapattı. Yerdeki kağıtları toplarken kamet getiriyordu yalnız ikimizin duyabileceği bir sesle. Sonra muştular gibi fısıldadı:
“Ağabey, vakittir…” Gözüm kapattığı pencereye takılmıştı.
“Hangi vakit bitecek peki bu zulüm Sare?” Gülümsedi hemşirem, gönlümdeki tüm hasretleri avucuma vererek:
“Hesap günü gelince!”