25 Ocak 2023

Karahindiba da Ölür

Yazar: Eylül Ayşe KAR

“Sevmeyi öğrenmeye çalışanlara ve Halenur’a…”

O gün, onu tramvayda gördüğümde heyecandan elim ayağım birbirine dolaştı. Oysa aynı sokakta yaşayan iki insanın aynı tramvayda denk gelmesi bu dünyadaki en olağan şeylerden bir tanesiydi. Normalde onu her gördüğümde olduğum yerde asırlık bir çınar gibi kök salardım ama bu sefer garip bir şekilde öyle olmadı, ayaklarım kendiliğinden ona yönelip harekete geçti… Kafamı kaldırıp o, deniz kadar huzurlu kahverengi gözleriyle çarpıştığımda altı sene evvele gidiverdim. Sanki karşımda altı sene önceki o varmış gibi damdan düşer şekilde girdim muhabbete.
– Sana söylemek istediğim bir şey var, konuşabilir miyiz?
¬ Sahi neydi ona söylemek istediğim şey,neden şimdi böyle bir cümle kurmuştum ki? Cevap vermedi, sanki yıllar evvel bırakıp giden o değilmiş gibi cüretkârca uzun uzun gözlerimin içine baktı. Bir sonraki durağa geldiğimizde tramvay durdu.
– Gel benimle.
Onunla yeniden bir yola çıkmak… Beynim, “Kal.”derken, kalbimse “Git…Git ve anlat.” diyordu. Bu sefer kapattım beynimi ve takıldım kalbimin peşine, yürümeye başladık. İki yabancı gibi dakikalarca yürüdük. Birden anlatmaya başladı. Alakam olmayan birçok şey anlattı. Söylediklerini zihin süzgecimden geçirirken zihnimin “Bu, bunu şimdi neden anlattı ki?” dediğini duyuyordumancak ben bu cümlelerin neden sarf edildiğini biliyordumçünkü o ne zaman heyecanlansa ne zaman suçlu hissetse uzun uzun anlatırdı. Belki de içindeki kaynayan kazanın fokurtusunu duymamak için anlatırdı. Kendi sesinde boğmak isterdi iç sesini…
Ayaklarımız bizi en son birbirimizi bıraktığımız yere getirdi. Bir an, an durdu sanki çevremizdeki insanlar, gökteki kuş, denizdeki dalga, söğüdün dalını sallayan rüzgâr, her şey durdu. Ve bu sefer ben anlatmaya başladım.
– Şuraya gidelim.
Elimle az ötede mimoza ağaçlarının altından uzanan yemyeşil yolu gösterdim. O yolun sonunda denizin içine doğru yol alacağımız eskimiş, uç kısmı kırılmış hattabazı bacakları çürümüş ahşap bir iskele olduğunu biliyordum. İskeleye doğru yol aldık. Artık arkamızdaki kalabalık ne bizi görebiliyordu ne de biz onları duyabiliyorduk. Şairin “Seni aldım, bu sunturlu yere getirdim.” dediği mısra bir yer olsaydı kesinlikle burası olurdu.
Karşımızda masmavi çarşaf gibi bir deniz, açık bir gök vardı. İskelenin üstünde karşılıklı bağdaş kurup oturduk; ben, bir denize bir ona bakıyordum. O da “Anlat artık, neden geldik buralara?” der gibi suratıma bakıyordu. Biliyordum, bir yerden anlatmaya başlamam lazımdı. Zihnimde bu anın yüzlerce kez provasını almış olmama rağmen şimdio an geldiğinde sudan çıkmış balığa dönmüştüm. Konuya girmenin en kolay yolu belki de ilk güne dönmekti. Filmin koptuğu, kalbimi alıp çengele asıp kuruttuğum o güne dönmek. Bugün burada onunla konuşurken amacım kesinlikle hesap sormak değildi, tek gayem sadece bilsin istiyordum çünkü bu yük artık tek başıma taşıyamayacağım kadar ağırlaşmıştı.
– İlk tanıştığımız günü hatırlıyor musun?
Uzunca bir süre sustu…
– 2026’ydı. Galiba aylardan da ekim.
– Hayır, bütün hikâye bir eylül sabahında başladı. Hatta sana tam tarihi de söyleyeyim 26 Eylül 2026.
– Bugün, 26 Eylül.
– Biliyorum, belki de bu sebeple tramvayda ayaklarım beni sana getirdi.
– Ne diyorsun hiç anlamıyorum. “Diyeceklerim var.” dedin, geldik ama ne anlatmaya çalışıyorsun inan anlayamıyorum.
– Aslında anlatmaya çalıştığım durum basit. Bugün tanışalı tam altı yıl olmuş. Zaman, hem çok hızlı hem çok acımasız. Seni ilk gördüğüm an bir fotoğraf karesi kadar canlı bir şekilde zihnimde duruyor. Zaten son altı yılda neye üzülsem, o ana gidiyor ve kendimi oraya hapsediyorum. Sana dair tüm hatıralar, ettiğimiz sohbetler, ruhumun en derinlerinde hissettiğim heyecan ve huzur daha dün yaşamış gibi hatırımda. Seni ilk gördüğüm an kalbimin atışı, sesimin içime kaçması, heyecandan vücudumun titremesi, mideme giren krampın acısı hala zihnimde. O gün, bana “Sevdiğin birisi var mı?” diye sorduğunda, “Ben, sana âşık oldum.” diye sana söyleyememiştim ama sonra altı yıl boyunca güneşin doğduğu her an bu cümleyi kendime tekrarladım. Sana ise bu cümleyi ancak şimdi kurabiliyorum, ben seni çok sevdim (SEVMİŞTİM(!)). Hayatımın yıllardır gizli öznesi sen oldun, neden bilmiyorum sana gelip bu duygularımı anlatabilecek cesareti bir gün bile bulmadım kendimde. Sesimin boşlukta yankılanmasından ya da senin dostluğunu yitirmekten deli gibi korktum. Şimdi bu kadar rahat konuşabiliyor oluşumun sebebi, ortada ne kaybetmekten korktuğum bir dostluğumuzun ne de sana karşı duyduğum o sonsuz aşkın kalması… Sayende öğrendim ki kaybedecek hiçbir şeyi olmadığında insan daha da cesur oluyormuş. Sen kalbimde kocaman bir yara açtın.Daha doğrusu sen çorak kalbimde kocaman kökleri olan ağaçlardan oluşan bir orman yeşerttin ama giderken ardında o ağaçların hepsini de sürükledin, koca bir orman devrildi kalbimde…Gidişinin ardından benim payıma da o köklerin açtığı derin çukurları doldurmak düştü. Çok zorlandım, çok üzüldüm ve hatta çok ağladım, belki aylarca “Neden?” diye sordum kendime. Sonra ne oldu biliyor musun, acılarımla yaşamayı ve onları iyileştirmeyi öğrendim. Sen, bir illüzyondun. Birlikte geçirdiğimiz her gün ağız dolusu beni güldüren tek insandın. Sen gittikten sonra ne yana dönsem bana seni sordular, ben “Bilmiyorum.” dedim ve bu kelimenin altında ezildim. Bu sefer “Neden?” diye sordular, sustum. Bana hem aşkı hem de firkati yaşattın ama yine de gözbebeğimin içini güldürdüğün her an için sana teşekkür ederim.
-Hani yorgun günün sonunda acıkmış şekilde apartmana girersin de merdivenlerden usul usul yukarıya doğru çıktıkça en sevdiğin yemeğin kokusu burnuna gelirde o yemeği annenin yapmış olmasını tüm hücrelerinle arzularsın ya. Evin kapısına geldiğinde artık önünde iki seçeneğin vardır. Kapıyı açtığında ya yüzüne yemeğin kokusu daha yoğun bir şekilde çarpacaktır ya da kapıyı açtığında düşlediğin o yemek hayali ipi kopmuş balon gibi uçup gidecektir. Benim seninle tanışmam, seni hayatıma almam tam olarak böyleydi. Sen, benim o kapıyı açtığımda yüzüme çarpan cevizli havuçlu tarçınlı kek kokumdun. Aynı huzuru, mutluluğu uyandırdın içimde ama işte sonra hiçbir şey planlandığı gibi gitmedi ve benim senden gitmem gerekti.
-Bu mu yani? Huzur, mutluluk… ama gitmem gerekti.
-…Sen benim anlatamadıklarımı bile anlayabilen tek insandın.
– Ama sen ise beni görmemeye, duymamaya ant içmiş gibiydin. Kapından kaç kere elim böğrümde döndüm bilmiyorum.
– Özür dilerim.
-Geçen onca yıla ve yaşattığın onca şeye kefaretin gerçekten tek bir özür mü? Ama biliyor musun sana rağmen, yaşattığın tüm ızdıraba rağmen dimdik ayakta kaldığım, iyileştiğim ve hatta yeniden sevmeyi öğrendiğim için kendimle gurur duyuyorum. Sana gelince, “Biz seninle çok eskiden rastlaşacaktık.” Sen benim tamamlayamadığım en hüzünlü şiirimsin.
Artık güneş denizin üstüne inmişti; karşımızda turuncu, pembe ve hafif kızıllığın olduğu bir gökyüzü vardı. Sözlerimi tamamladım, kafamdaki onlarca soru işaretini de yanıma alıp eve gitmek için ayağa kalktım. Geldiğim yoldan bu sefer tek başıma sessizce süzüldüm. Mimozaların bittiği yerde kafamı kaldırdım ve bin bir renk cümbüşünün olduğu göğe baktım.O sıra yanağımdan bir sıcaklık hissettim, saniyeler sonra ise ağzımda tuzlu bir tat… Açıkçası bunu beklemiyordum. Büyükçe yutkundum, kalbimdeki fırtına dinsin diye ay ile bakışmaya devam ettim…
– Deniz, göğe bakalım.
– …