31 Mart 2022

Yalnızlık Kimsesizlik Değil Ki Feride

Yazar: Eser TOKAŞ

Elimdeki sigara haybeye yanıp küllüğe serpilirken camdan yağan kar dikkatimi çekti. Stor perdeyi çekip dışarıyı seyrettim. Kartopu hazırlayanlar, kayıp düşenler, penguen adımlarla düşmeden yürümeye çalışanlar… Trafiğin gürültüsü, azalmış sokak lambalarının parlaklığı iki kat daha fazla aydınlatmış dışarıyı. Okul yıllarımda bu manzarayı gördüğümde yarının kar tatili olacağına sevinirdim. Çünkü okul yıllarımda hep sabahçıydım ve kuşların bile uyukladığı vakitte ben hazırlanıp okula giderdim. Hatırlayınca tekrar bir üşüme geldi. Sabah gün doğmadan yataktan kalkıp; soğuk evde, kendisine bile hayrı olmayan ihlas elektrikli ısıtıcının karşısında uyuklarken; annemin içi geçmiş kömür sobasını tekrar canlandırma çabaları, besleme çantama ‘Otlu peynir koyayım mı’ soruları ve bunca sessizliğin ortasında babamın ‘Git Kadir amcandan bir dal sigara getir’ diyen davudi sesi…

Haybeye yanıp sönen sigaramın üzerine yeni bir sigara çıkardım. Radyoda Neşet Ertaş ‘Yazımı kışa çevirdin’ çalıyordu. Sigaradan derin bir nefes çektim içime, tören havasında bıraktım dumanı. Her şeyi geçici süreliğine unutabilmek için sigaranın verdiği baş dönmesi bir süre mutlu edebilir beni.

Feride’nin mesaisinin bitmesine az kala çıktım ofisten. Lapa lapa yağan kar serpintiye dönüşmüş, insanlar bu güzel manzaranın tadını çıkara çıkara yürüyorlardı. Ben karın getirdiği sessizliği daha çok seviyorum. Kimsenin kimseyi anlamadığı çağda susmak en güzel varlığıydı insanın. Ya da çaresizliği…

Feride’yi otobüse bindirmek için durağa doğru yürüyorken bu sükûnetin güzelliğini anlatıyordum ona. O da bendeki bu sessizliği soruyordu. Çok konuşmuyormuşum son zamanlarda. Konuşmam bir şeyleri düzeltemiyor; susmaktan başka çarem yok demek istedim, ama başka bir şey söyledim. Sahi ne dedim ki? Suskunluğumu bozarsam kırılacak dökülecek çok şey vardı.

Tartışmaya başladık. Tam olarak tartışmak da değil aslında, ben konuştum o dinledi. Sükûnetim bozulunca yokuş aşağı giden freni patlamış bir araba gibi önüme gelen taşı ezer geçerdim. Susmuyordum, biz iki kişiyken yalnız başıma kalan bendim çünkü. Ben kendi içimde bir savaş veriyordum ve safımda tek başımaydım. Muhtemelen beni anlamıyordu ve eminim ki durduk yere sorunlar çıkararak onu kendimden uzaklaştırıyordum.

Dedim ki ona, “Beni biliyorsun sevgiye muhtaç büyüdüm ben. Sana her ayrıntımı neden anlattıysam, ama biliyorsun öğrendin artık, bir anne şefkatinin okşayıcılığını hissedemedim saçlarımın arasında. Bir annem vardı, seviyordu ama ev ortamı sevgi ortamı değildi. Babamın evde bitiremediği kargaşadan fırsat bulamadı ki annem, beni sevmeye vakit bulabilsin. Sonra rahmete kavuştu ki beni tamamen bu dünyada yapayalnız bıraktı.”

“Sen anneme çok benziyorsun. Bunu sana defalarca söyledim. Annemin adı da Feride idi… Bu yüzden sana daha çok bağlandım. Birlikte olduk. Ama bizimkisi tam bir birliktelik değil. Yan yanayız ama apayrı gibiyiz. Ben sana evim diyorum, sen beni o evin dışında tutuyorsun. Dışarıda ve ayazda kalmış biri olarak susmaktan başka ne yapabilirim?”

 

Feride susuyordu. Tam susmak değil aslında. Bazı yerlere itiraz etmek için bir şeyler diyordu. “Yok öyle değil. Gerçekten öyle değil. Sevmesem yanında olur muydum?” gibi şeyler. Hatta birçok şey söyledi de bir tek seni seviyorum demedi. Gözlerimin içine bakınca anlarsın derdi hep. Sevdiğini söylemesi çok önemli değil. Kelimelere gerek duyulmayan hisler yeterliydi. Ama bu hisler nerelere gitmişti…

Otobüs geldi, binip gitti Feride. Otobüs hareket edene kadar duraktan gitmezdim. Bu böyledir her zaman. Hâlâ aramız iyi. Ben yine sorunlar çıkarıp tartışmama rağmen, o yine de güzel kalpliliğiyle, beni anlayışla karşıladı. Beni kaybetmek istemediğine inandırıyordum kendimi. İnsanın kendini avutması kadar acınacak bir durum var mı? Montumu çeneme kadar çekip eve doğru yürüdüm.

Eve adım attığım gibi babamın sorgular bakışını üzerimde bulmuştum. Montum hala üstümdeydi çünkü kalorifer döşeli evimiz içimi hiç ısıtmıyordu. Babam bir dal sigaraya muhtaç olduğu fakirlik yıllarını aşmıştı artık kocaman bir tütüncü dükkânı vardı. Evimiz bir türlü ısınmayan o sobalı ev değildi. O evden geriye sadece kendine bile hayrı olmayan ihlas elektrikli ısıtıcı kaldı, bir de babamın hiç bitmeyen öfkesi.

İçeri girmiştim ve karşımdaydı. Yine öfkeli öfkeli bir şeyler anlatıyordu, dinlemiyordum. Zaten on sekiz yaşından beri dinlemiyordum onu. Anladım ki kemiklerimi kıracak. Suratıma sağlam bir tokat atınca kulağımda bir çınlama başladı. Bir gün sağcısı başka gün solcusu ertesi gün demokratı babamı tehdit ediyormuş. “‘Hakkı böyle yazmaya devam ederse evinizi başınıza yıkarız!’. Ne halt yedin de sağcıyı, solcuyu, demokratı kendine düşman ettin eşşeğin oğlu eşek” diye sert bir tokat daha indi yüzüme. Burnumdan üst dudağıma doğru sıcak bir akıntının başladığını hissediyordum. “Düşünüyorum, o yüzden” dedim ama dedim mi demedim mi bilmiyorum belirsiz. “Ne!” diye bir tane daha tokat indi yanağıma. Ağzıma dolan bir sıcaklığın dilimde bıraktığı tuzlu tadı almaya başladığımda hangi dişimin kırıldığını tahmin etmeye çalışıyordum. Önceki dayak yiyişimde yirmilik dişlerimden biri kırılmıştı. Babamın nasırlı elleri uçan tekme etkisi yaratır. İçeri girdiğimde televizyonun karşısında bir elinde televizyon kumandası öbür eliyle pos bıyıklarını burarken bu anın her saniyesini kafasında kurmuştur eminim. Dayak atmayı bir sanatçı edasıyla icra ederdi babam…

Bir tokat daha indi yanağıma, “Ulan adam olmazsın sen. Defol odana gözüm görmesin seni.”

Kalktım ve dış kapıyı vurup çıktım dışarıya. Arkamdan seslendi mi seslenmedi mi ondan da emin değilim. Belki gece geç saatlere kadar benden haber almazlarsa Boğaziçi Köprüsü’nden aşağıya atlamış olabileceğim konusunda korkuya kapılabilirlerdi. Aklımdan geçmiyor da değil hani.

Nereye gitsem, nereye gitsem? Feride’yi bıraktığım otobüs durağına gitmeye karar verdim, yirmi dakika kadar bir süre sonra da durağın soğuk bankına oturdum. Geceyi burada geçirmeye karar verdim. Aklımdan Feride ile konuşmamızın devamı geçiyordu. Bir sigara çıkardım, çay da olsaydı keşke. Sigarayı yaktım ve derin bir nefes çektim. Ciğerlerime yayılan zehirli duman beynime ulaşıp kafamı döndürmeye başladığında artık sakin kafayla düşünebilirdim.

İşte böyle Feride… Ben bu kadar yalnızlığımın içinde senden medet umuyorum. Şimdi beni anlıyor musun?

Feride yanımda olsa yalnız olmadığımı söylerdi. Ailem var, iş yerinde arkadaşlar, öğrenci meclisinden arkadaşlar var. Hatta kendime bile vakit ayıramayacak kadar meşgulüm. En önemlisi Feride var hayatımda. Ben nasıl yalnız olabilirim ki?

 

Yalnızlık kimsesizlik değil ki Feride…

 

Gece başımı yastığa koyup günün z raporunu aldığımda kocaman bir savaş meydanında yapayalnız kalmış hissediyorsam kendimi, bu kadar insanın çevremde olmasının ne anlamı var ki?

Yalnız değilsem neden paragrafların arasına sıkıştırıyorum ki kendimi, neden satırlarda teselli arıyorum ki? Hem Feride, sen hayatımda varsan ben neden burada seninle konuştuğumuzu kafamda canlandırarak dertleşiyorum. Neden seninle konuşmak varken seni zihnimde yaratıp dertlerimi paylaşıyorum?

Şimdi anladın değil mi, yalnızlığın kimsesizlik olmadığını.

Saat gece yarısı olmuştu. Bu soğukta burada daha fazla kalamazdım kalkıp eve gitmeye karar verdim. Telefona baktım arayan filan olmuştur diye. Tahmin ettiğim gibi merak edip arayan yok. Kardeşlerim üvey annem ve sanatkâr babam mışıl mışıl uyuyorlardı şimdi.

Şehir merkezindeki rektörlük binasının biraz ilerisindeki petrolün önünde bağrışma sesleri geliyordu. Eve giden yolda son bir sokak kalmıştı. Bulaşmamak için karşı kaldırıma geçeyim derken birden biri koluma girdi sonra savrulup yere kapaklandım. Saniyeler içinde oldu bunlar.

“Hakkı bu! Gökte ararken yerde bulduk. Şimdi hesap ver bakalım! Bizden kurtulamazsın…” diye bağrışıyorlardı. Sağcılar ve solcular kavga ediyordu anlaşılan. Kavga eden iki tarafın bir anda ortak bir düşmana karşı kenetlenmesi ve o ortak düşmanın ben olduğum gerçeği iç gıdıklayıcı bir şeydi.

Boğaziçi Köprüsü’nden atlamama gerek kalmadı, bunlar şimdi lime lime eder beni.

Yerdeyken art arda tekmeler indi sırtıma. Yalpalayarak kalktım. O kadar çoklardı ki, rastgele bir yere yumruk atsam mutlaka birine denk geliyordu. Madem kurtuluş yok, öyle ya da böyle öldüresiye dövecekler, öyleyse kalkıp dayağımı yiyeyim bari.

Kalktım ve içlerine girdim.

Bir sağa bir sola iki yumruk indirdim. İki kişinin çenesinden çatırtılar yükseldi. Sırtımdan bir yumruk yedim. Dönüp yumruğun sahibinin göğsüne sert bir tekme indirdim. Saniyeler içinde aynı şeyler yüzlerce kez tekrarlanıyordu ve kısır döngüyü polis arabalarının siren sesleri bozdu.

Ortaya bir bomba düşmüş gibi dağıldı herkes. Petroldeki arabaları siper alarak sıyrılmaya çalıştım, aralıksız altı el silah sesi geldi arkamdan. Bir tanesi kulağımın yanından vızıldayarak geçti. Polis silahından çıkmadığına emin oldum çünkü kurşunlar Beretta mermisi gibi değil de bir Smith Wesson veya Glock mermisi gibi vınlayıp geçiyordu.

Bir sokağa girip aksak adımlarla koşarak eve girdim. Odama girip kapıyı kapatıverdim. Halıya kan damladığını fark ettim. Kanayan yeri aradım. Omzumdan vurulmuştum. Üstümdekileri çıkarıp mutfağa geçtim. Bir meyve bıçağını alıp tüplü ocakta ısıttım. Bıçağı kurşun yarasına daldırınca öyle canım yandı ki avaz avaz bağırdım belki de. Kanlı kurşunu çıkarıp avucuma aldığımda anladım; Beretta değil bir Smith Wesson mermisiydi. Bunu saklamalıydım. Ölümü bu kadar düşünüp beni yine ölümden döndüren bir talihin şahidi. Yaramı atletimle bağlayıp yatağıma uzandım. Bedenim yatakla temas edince darbe aldığım yerler feci bir şekilde ağrımaya başladı. Sonra yavaş yavaş dinmeye başlayınca artık uyuyabileceğime kanaat getirdim ve yavaş yavaş içim geçince kendimi uykuya teslim ettim.

Kapı sert yumruklarla çalındı. Kalktım ve kapıyı açtım, iki polis karşımdaydı.

-Hakkı Hakkatapan sen misin?

-Ta kendisi

-Bizimle merkeze geliyorsun koçum.

Üvey annemin öfkeli sesi geldi arkamdan. Kapıyı kapatıp dışarı çıktım hemen, “Memur Bey” dedim, “Siz burada biraz bekleyin bizimkiler şimdi merak eder. Gidip bir şeyler söyleyip geleyim. Şimdi kalkıp da sizin başınızı şişirmelerini istemezsiniz değil mi?”

İçeri girip, arkadaşlarımın geldiğini, gece onlarda kalacağımı, en sonunda büyük bir inançsızlıkla, beni merak etmemelerini söyledim. Dışarı çıktım. Ellerimi kelepçeleyip araca bindirdiler.

Polis öldürmekle suçlanıyormuşum. Ellerinde sağlam kanıtlar varmış. Olay yerinde Smith Wesson marka silah bulmuşlar, üzerinde de benim parmak izlerim varmış.

O gece kodeste sabahladım, sabaha kadar inleyerek.

Sabah mahkemeye sevk edilmeden önce iki kişi ziyarete geldi. Babam ve Feride… Babam çok önemli şeyler söylemedi, beni evlatlıktan reddetmiş.

Feride söz yüzüğümüzü çıkarıp avucuma koydu. Ailesi yüzüğü atmamı istemiş. Çünkü bir suçluymuşum. “Arkandayım” dedi Feride. “Bu yüzüğü saklıyorum. Suçsuzsun. Biliyorum. Seni aklayana kadar bu işi bırakmayacağım. Ve bu arada seni seviyorum.”

Son şeyi söylerken elektrik çarpmış gibi hissettim. Yanaklarına bir kızıllık yayılırken utanarak kalkıp gitti. Uzun bir gecenin ardından hayatım boyunca ilk defa bu kadar mesut olduğumu fark ettim. Gerçekten yalnız değildim.

Yargıcın karşısına çıktığımda çok söz hakkı verilmedi. Büyük günah işlemiştim, suçlu tamamen benmişim. Tüm oklar beni gösteriyor diye kısa süren bir duruşma oldu. Otuz sekiz yıl verdiler. Kararı açıkladıktan sonra söyleyecek bir şeylerimin olup olmadığını sordular, şikâyetçi oldum.

-Bu öyküyü yazan arkadaşı lütfen tımarhaneye kapatın. Yemin ediyorum bir gecede anamdan emdiğim sütü burnumdan getirdi. Bu kadar aksiyon olmaz arkadaş film mi çekiyoruz burada. Film çekmiyoruz acı çekiyoruz

 

  • Acı çekmek filan yok Hakkı mutlu son diyoruz öykü bitti.
  • Eser bir daha böyle bir öyküye beni yazma kardeş.
  • Niye ki?
  • Bir de soruyor ya!
  • Yazarıyla muhabbet eden ilk öykü karakterisin farkındasın değil mi Hakkı?
  • Farkındayım ama böyle hayal gücü mü olur. Ne yaşadın sen çocukluğunda?
  • Sorma kardeş.
  • Zaten sormuyorum. Öykü karakteriyim ben kardeş. Anlatsan vereceğim cevapları bile sen yazıyorsun. Neyse uzatma artık öykü patates oldu.
  • Tamam bitiriyorum.

 

 

Şimdi reklamlar.