3 Mart 2022

Biraz Da Ölmeyi Abartalım

Yazar: Rabia Mutanoğlu

Bu yazıda, ölümün ne kadar basit ve acımasız olduğu gerçeğinin şak diye suratıma çarpmasından sonra hayatımda nelerin değiştiğini anlatmaya çalışacağım. Bu ‘şak’ olayından önce de zaten ölümün bilincinde olan bir insan olduğum için beni çok da değiştirmedi fakat bende bile bazı farklılıklar varsa bunları anlatmak gerekir diye düşündüm.

Benim, ölümün huzurlu sessizliği ile tanışmam biraz ani oldu. Hayatında canlı canlı “kadavra” bile görmemiş bir stajyer olarak kendimi bir anda beş cesedin birden yattığı bir otopsi salonunda buldum. Girene kadar “Acaba korkacak mıyım, beni etkileyecek mi, iştahım kapanır mı, ay inşallah kapanır” gibi onlarca düşünce geçen kafam girdiğim anda hiçbir şey düşünmedi. Bilincim gitti, sarsıldım anlamında değil. Gerçekten hiçbir düşünce geçmedi. Bu da gariptir çünkü normal şartlar altında bir insan hiçbir şey yapmadan dururken bile zihninde kendisinin de tanımlayamadığı düşünceler illaki olur. Benim durumumda o bile olmadı. Zihnim bir anda tamamen boşaldı ve saf hale geldi. Resmen orada yatan ölüler ile zihinsel anlamda nötrlendim. Korkmadım, telaşlanmadım, heyecanlanmadım. Çünkü karşımdaki tablo çok gerçekti. Gerçek olamayacak kadar gerçekti. Ve ben de o an, o beş insanın, kim bilir neler görmüş geçirmiş, nerelerde bulunmuş, kimleri sevmiş, kimlere kızmış, neler düşünmüş; ne günahlar, ne sevaplar işlemiş, neler yemiş nelerden nefret etmiş olduğu o uzun hayatlarının, o ‘canlı’ hayatlarının, sonuna tanıklık ediyordum. Aramızda hiçbir mahremiyet yoktu artık. Onlar için tamamen acizlik vardı. Tüm canlılar arasında en kutsal olan o ‘insan bedenleri’ artık onların değildi. O beden artık otopsi salonunun çalışanlarının ortak malzemesiydi. Malzemeydi çünkü boştu. Boştu çünkü içini dolduran o madde: “ruh” yoktu. İçinde yastık olmayan bir yastık kılıfıydılar artık. Onların varlığını anlamlı kılan ve kullanışlı hale getiren içindeki yastıklardı sonuçta. O meşhur ölüm karşımdaydı işte. Ne vardı ki bunda?

Kendime çok şaşırmıştım çünkü bu kadar normal karşılayacağımı düşünmüyordum. Çığlıklar atarak ağlamayacağımı tabii ki biliyordum ama bu kadar da değildi, bir duygu olmalıydı. Bu kadar tepkisiz olmalı mıydım bilmiyordum.

İlk başlarda sürekli kendimi düşünmekten alamadığım o acizlik duygusu vardı. Bu duyguyu hissetmemin nedeni bir otopsi çalışanının asla düşmemesi gereken ‘empati’ hatasıydı. Sık sık, bir insanın en mahremi olan bedeninin bu kadar basit hale gelmesinin ne kadar acı olduğunu düşünüp yatan kişi adına üzülür ve bizim de kaçınılmaz sonumuzun bu olduğunu düşünüp kendimi sorgulardım. Neyse ki bu dolaylı empatim çok kısa sürdü. Fakat bana öyle bir farkındalık kattı ki… Tahmin edebileceğiniz üzere ne kadar fani varlıklar olduğumuzu hatırlattı. Fakat o kadar basit bir farkındalık değildi bu. Yani bir gün önce görüştüğünüz bir insanın öldüğünü öğrendikten sonra gelen “hayat gerçekten çok kısa” aydınlanması değildi bu. Belki de iki saat önce gülen, ağlayan, telefonla konuşan, film izleyen, alışveriş yapan ve muhtemelen geleceğe dair planlar yaparken atan bir kalbi, iki saat sonra elinde ölü bir şekilde tutan bir insanın yaşayacağı türden bir aydınlanma idi. Bu aydınlanmayı yaşadığınız andan itibaren yaşam şeklinize kadar her şeyiniz değişiyor. “Her an ölebilirim” düşüncesini de geçip “İllaki öleceğim, bari güzel bir ölüm olsun da Allah buralara düşürmesin” noktasına gelince, geçmiş olsun. Çünkü otopsi öyle bir şey ki, bir ölünün bile, içinde ruh olmayan bir bedenin bile asla hak etmeyeceği bir şey. Bu yüzden benim için değişimlerden biri yaşam şeklim oldu. İnsan tabii ki ölüm şeklini seçemez fakat “Nasıl yaşarsan öyle ölürsün” demişler. Siz yine de kendinize otopsi yaptırtmayacak bir şekilde ölmeye çalışın derim ben sevgili okurlar. Bu soğuk espriyi de yapmışken benim hayatımdaki diğer bir değişikliğe de değineyim hemen.

Eskiden ölüm ile ilgili bir şaka geçsin ya da ortamda biri ölüm hakkında konuşsun hemen içten bir tövbe çeker ve Allah korusun derdim. Daha girdiğim ilk otopsiden sonra bu temenninin ne kadar anlamsız ve ironik olduğunu fark ettim. Hayatın bir gerçeği olan ve hepimizin sonu olduğunu gayet yakın bir şekilde deneyimlediğim ölümün, biz dile getirsek de getirmesek de gerçekleştiğini tekrar, daha çarpıcı şekilde fark edip; ölümü hayatıma doğum kadar normal bir şey olarak dahil ettim. Yani şu an nasıl 20 yıl önce doğduğumu biliyorsam ve hatta her sene o günü, insanlığın benim doğumuma ihtiyaçları varmış gibi anlamsızca kutluyorsam bir süre sonra da olması gerektiği gibi öleceğimi ve ölümün de doğum kadar değerli ve manevi bir huzur olduğunu ve bunun konuşmaktan sakınılması gereken bir şey olmadığını benimsedim. Yaptığım ölüm şakalarına bazen çevremdeki insanlar gülmeyip, ruh sağlığımdan endişe ederek baksalar da hayatımın daha çekilebilir ve eğlenceli hale geldiğini söyleyebilirim. Ölümü kabullenmek ve benimsemek…

Benim için diğer bir değişim ise karakterime oldu aslında. Gördüğüm ölümlerden yola çıkarak; insan hayatının ne kadar kolay ve ani sonlanabileceğini fark etmem, insanlarla yaptığı tartışmalarda çok da etkilenmeyen ve bu durumun hayatımı kolaylaştırdığını düşündüğüm bana ‘pişmanlık’ duygusunu kazandırdı(!) ve gönül almayı beceremeyen ama küs ayrılmayı da istemeyen biri için bu tam bir ‘challenge’ oldu… Binbir türlü ölüm görmek ve bazen “Bundan mı ölmüş?” şaşkınlığını yaşadıktan sonra ve daha da önemlisi, işin en acı ve zor yanı olan cenaze teslimlerinde, insanların ölümün aniden yakaladığı yakınları ile olan vedalarını (ya da vedalaşamamalarını) izlemek; bana hayatın ne kadar kısa olabileceğini ve kimse ile kırgınlık yaşayıp onun hayatını kaybetme ihtimali ile yaşayacağım pişmanlığa değmeyeceğini öğretti.

Normalde de insana ait hiçbir doğal olaydan iğrenmeyen ben, insan vücudunun içine girip tüm bu muazzamlıkla yerleştirilmiş sistemleri kendi ellerimle inceleyince ve hayal edebileceğiniz her türlü şekilde gelen cesetler ile çalışınca bir kere daha canlıya ait biyolojik ve kimyasal tüm olaylara hayran kaldım. İğrendim ama bu hayran kalmamı engellemedi.

 

Benim ölüm ile tanışmam benim için tam bir manevi doyum oldu. Artık kibirli insanlara içten içe değil direkt dışarıdan, çekinmeden gülüyorum. O kişilerin tüm o kibrine rağmen sonunda bulunacakları yeri ve hallerini bilmek burukça gülümsetiyor. Gördüğüm veya konuştuğum her insanı, o an merak ediyorsam, zihnimde kolayca otopsi masasına yatırabiliyorum. “Bu kişi nasıl dururdu, yüzü ne halde olurdu?” diye düşünüp kafamda bir taslak hazırlayabiliyorum. Bu ne işine yarayacak diyebilirsiniz? Ben de bilmiyorum aslında, istemsiz olan bir şey bu. Fakat sorun yok. Bana karşımdakinin fani bir mahlukat olduğunu hatırlatıyor zihnim güya. Ve son olarak aptal kişilere “Çok kafatası gördüm ama hiçbirinin içi seninki kadar boş değildi” diyebiliyorum. Bu cümleyi altyapısı sağlam olarak söylemek müthiş bir haz…