7 Aralık 2023

Çiçek Savaşları

Yazar: Eylül Ayşe KAR

Bana çiçekleri sevdiren, kalbimin aynası kadim dostum Zeynep Gül’e

Nereden başlasam…Nereye gitsem… Bilmiyorum. Bir seni biliyorum bir de solmayan gülü. Sahi kaç yıl olmuştu o gül solmayalı elli mi altmış mı? Gülü alıp eve geldiğin gün, onu masadaki bardağa yerleştirişin dün gibi hatırımda. O gün bana, “Ömür boyu bu gül solmayacak.” diye fısıldamıştın. Anlamamıştım, bir gül nasıl ömür boyu solmayacak. Sonra günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları, yıllarsa bir ömrü devirdi ve bir gül nasıl solmazmış sayende öğrendim.
Yılı ilk nergis ile açardık, gülün hemen yanı başındaki ihtişamlı kristal vazoda yerini alırdı. Nergis hep çok zarif kokardı. Onun kokusu beni alır çocukluğumun hafta sonu tatillerine götürürdü. Zarif bardağında gül bile onun kokusuyla mest olur, yapraklarını hemencecik salıverirdi. Soğuk kış akşamları, fırından gelen kestane kokusu, dostların sesiyle yankılanan duvarlar ve güzel bir yemek masasında son sohbetlerini eden gül ve nergis…
Nergis gider yerine zarafetiyle hafızalara kazınan kuğu gibi bembeyaz zambaklar gelir süzülerek vazoya oturuverirlerdi. Evin havası birden romantikleşirdi. Ne zaman beyaz bir zambağı ciğerim delinircesine koklasam bir çift göze meftun olduğum güne giderdim. Çiçeğin kokusu evin içerisinde ahenk ile dans ederken bu sefer bizi bir piyanonun başında bulurdu. O yeni parçasını çalarken ben de notalarının kendimce şiirini yazmaya çalışırdım. Sonra nota seslerini bir bebeğin ağlama sesi bölerdi. Ve gül gururla bakardı zambağa…
Mimozalar uyanırdı ilkbahardan evvel. Bahçemize ektiğimiz mimoza ağaçlarının ilk çiçekleri toplanıp gülün yanına gelirlerdi. Gül, onlara şefkatle bakardı, her bir topçuğundaki umudu okurdu. Hatırlamakta zorlandığım bir zamanda kapkaranlık bir gündü. Kaç kilometre yürüdüm bilmiyorum, kendimi kaybetmiştim şehrin her caddesinde kendimi arıyordum. Sonra yorgunluktan bitap düşüp bir ağacın dibine oturuverdim, gayriihtiyari göğe baktığım vakit tanıştım mimoza çiçeği ile. O kadar güzellerdi ki, o soğuğa rağmen öyle güzel açmışlardı ve öyle büyülü kokuyorlardı ki sanki “Bahar her daim gelecektir ve nefes alan bir kimseye umutsuzluk yakışmaz çünkü Mümin’in ömrü tükenir; umudu tükenmez.” Der gibi bana bakıp rüzgarda salınıyorlardı. Kaybettiğim benliğimi o gün bir mimoza ağacının altında bulmuştum. Zaten mucizeler insanları beklenmeyen zamanlarda bulurdu. O gün eve dönerken bir kucak mimoza topladım. Annem o mimoza dallarına kıyamayıp onları fidana dönüştürdü ve bir mimoza, bin mimoza ağacı oldu. Umut gibi hayal gibi biri kırıldı ama bini doğar gibi. Şimdi masadaki vazoda o karanlık gecenin aydınlık armağanı duruyor. Mutfakta eşim kızımla kahvaltı hazırlıyor bense verandada bahara hazırlık için çiçeklerime bakım yapıyorum. Gül bu sefer hüzünle bakıyor mimozaya sanki kokusundaki hasreti alıp işliyor damarlarına. Ve biliyor gül, mimozalar ömür boyu umudun timsali olacak.
Yıl Haziran’ın ortalarına yaklaştı mı bahçenin dört tarafındaki ortancalar rengarenk açmaya başlıyor ve bahçeye bayram havası geliyor. Her bir ortanca sanki kendine has bir şiir. Ortancaları ona adamıştım. Nerede bir ortanca görsem adını fısıldardım yaprağına, bu sebeple ortancalar bu evde gülden sonra en ayrıcalıklı ikinci çiçekti. Mevsim sonbahara dönüne dek bir demet ortanca o kristal vazoda. Yaz boyu süregelen bütün hatıraların tanığı, bütün sevdayı kodlarında taşıyan mucize. Yemek masası onun bulunduğu vazoyu bir madalyon gibi taşıyor. Gül o gelince rengini solduruyor ve okuyor aşkı incecik incilerinden. Gül çekiliyor aradan ve aşkın ölümsüzlüğünü ortancaların ömrü anlatıyor.
Sonra gül bütün hikâyeyi anlatabilmek için tüm suyu kendi içine çekiyor, gül suyu emdikçe kıpkırmızı oluyor, sevdanın sırrı kan renginde kelimelere dökülüyor.
Bu hikâye, nesilden nesille cahil ile korkağın hikayesi diye anlatılıyor. Yıllar yıllar sonra öğreniyorlar ki işin aslı öyle değilmiş. Adam, kadını çok sevmiş. Hem de o kadar çok sevmiş ki dönülmez denilen yollardan dönüp gelmiş, “Dağ dağa kavuşur ama onlar iki cihanda da kavuşamaz artık.” diyenlere inat dönmüş. Giderken ardında bıraktığını billur köşkü döndüğünde virane bulmuş ama yılmamış çünkü bilirmiş kilitlenen kapının ardında kalbi varmış. Kalpte pas tutan kilidi açmak için yıllarca uğraşmış. En son bir bilge ona “Bir gülün dikeni ile kanından bir damla alıp onunla kalpteki pası silerse bu kilit açılır.” demiş. Bunu duyan herkes kilidin açılabileceğine ihtimal vermemiş, adam ve bilge ile alay etmişler işin hikmetini anlayamamışlar. Adam, bilgenin dediğini harfiyen yapmış. Kıpkırmızı bir gülün dikeni ile delmiş parmağını, parmak uçlarından bir damla kan düşerken yârinin kar beyazı avuç içlerine gülün rengi pembeye dönüvermiş. Aşığın kanı maşuğun avuç içleri ile birleştiği vakit aralanmış gönlün perdesi, aşık bulmuş kendini maşuğun göz bebeklerinde. İşte rivayet odur ki bu zarif bardağın içinde duruveren gül bu gülün soyundanmış. Ömer Bey bu gülü bir ömür nereden bulmuş, nasıl bulmuş bunu Gülce bilmiyordu. Sadece her gün elinde dalından yeni koparılmış bir tane gülle gelen eşini biliyordu. Gülce, bu akşam bardağın içindeki gülün ilk defa solduğunu fark etti. Yanaklarından bir damla yaş süzülürken burnuna uzaklar diyarlardan higanbanaların kokusu geldi.

14.11.2023