11 Şubat 2024

Gezegenlerarası İnsan Hakları Sözleşmesi

Yazar: Hatice Hazal GÖKÇİMEN

Madde 1975— Her insanın sevdiklerinden ayrılmadan önce onlara veda etme hakkı vardır.

Niye 1 değil de 1975 olduğunu mu sordun?

1974 tanesine uydular da 1975’incisine mi uyacaklar?

  

  Filmlerde, dizilerde olur hani… Mektubun ilk satırlarını gösterirler, devamını çoğunlukla dış ses okur. Sana o minvalde gönül fetheden, gizleri aydınlatan bir mukaddime yapamayacağım. Çok istedim, çok düşündüm. Şarkılar, şiirler geçirdim aklımdan, dilimden. Hiçbiri uymadı bendeki boşluğa. Uyduramadım. Senaryoda olmasına rağmen konuşulamayan diyalogların mizanseni değil miydik biz? Sorulmamış soruların işareti olarak kalalım öyleyse…

  Biliyor musun? Bu hayat, damarlarından kan akanlar için çok tuhaf. Tüm yaşamımı geçiriyorum gözlerimin önünden. Zaten din, dil, ırk fark etmeksizin tüm çocukların büyümesini sağlayan şey; hayatın film olmadığı ama film şeridi gibi geçip gitmesi gerçeği değil midir? 

Nasıl gideceğiz daha fazla? Dünya nasıl tahammül edecek daha fazla bu zulme, bunca adaletsizliğe. Oysa bir matematik dersinde öğretmediler mi bize ahiretin delilinin adelet olduğunu?.. 

  Tarih mi? Hikayelerimin tozlarını silen dostum tarih, bu konuda acımıyor bizlere. O her dönem kendini yeniliyor ama olan insanlara oluyor. Bir insanın ömrü, tarihin tekamülünü karşılayamayacak kadar kısa çünkü. 

  “Bu insanların yaşamaya hakkı yok mu?” derdi annem. “Baharda çiçeklerin açtığına şahit olmaya, parlak bir gecede yıldızları seyretmeye, uyanınca gökyüzünü bembeyaz bulutların ardında tertemiz görmeye… Yahu, âşık olmaya hakkı yok mu bu insanların?”

Ölsünler mi? Öldüler, ölüyorlar… Daha kaç mezarsız kefensiz can gerekiyor sistemleri ikna etmeye? Anlaşmaların bozulması için daha kaç beldenin yerle bir olması gerekiyor arzın kucağında? Bütün uyuyanları uyandırmaya tek bir uyanık yetiyorsa biz… Biz uyuyor muyuz hâlâ? Uyanık olduğumuzu mu söylüyorsun bana? Yorganımı her şeye ve kendime siper etmiş ağlarken uyanık mı oluyorum ben? Yapabileceğim, en yapabildiğim şey olan iki kelimeyi bir araya getirip cümleleri -inci gibi değil ha; o devir geçti gayrı tank gibi, füze gibi- dizemeyince uyanık mı oluyorum? 

  Bir yerden sonra beynim yavaş yavaş uyuşmaya başlamış gibi hissediyorum. Aldığım haberleri idrak edemiyorum sanırım. Tepki veremiyorum; ruhum, bulduğu ilk fırsatta gözlerimden, kulaklarımdan ateş çıkararak krizler geçirene kadar. 

Elim kolum tutmuyor gibiyim. Proglamlanmış bir robot gibi edimlerim. 

Kurtulmanın bir yolunu aradım. Kaçmaya çalıştım, kaçamadım. Gönlümde, zihnimde her yer yıkılmış duvarlarla kaplı. Ne orada kalabiliyorum ne başka yere gidebiliyorum. Sıkıştı kaldı yüreğim. Yardım istemeye sesim çıkmıyor (ne haddime hani, sus otur aşağıya!).

  Son çare bir çocuk oyununa hapsettim kendimi. Bir hikaye kurdum, kahramanlarını çizdim muhteşem çizgilerimle. Yalandı, üçüncü sınıf bir ağaçtan başkasını çizmeyi beceremiyorum ben. Daha ağaca salıncak kurmayı bile beceremedim. Benim için, bak, benim için bile fazla romantik geliyor; ağacın sağlam bir dalına atılmış o salıncak. Buna dair en hakiki maceram; küçükken köyde, tarlaların aşağısındaki bahçede iki ağacın (ne ağacı olduğunu gerçekten hatırlamıyorum, ustalarımın affına sığınırım) arasına kurulmuş çuval benzeri bir malzemeden yapılmış ve içine oturanın büzüşmek suretiyle hareketsiz kaldığı hamak…

  Bu bahse niye girdim ve uzunca kaldım, bilmem. Dedim ya kafam pek karışık şimdilerde. Canımı acıtmak için kıvırcık saçlarımı hunharca tarayışım gibi düzeltebilsem keşke orayı da. 

“Ey İsrail, soruyorum sana!” diye bağırasım var bir yerlerde. Sesimin en çok tekbirlere cevap verirken çıktığını gördüm şu günlerde. Tüm çığlıklarımı tek bir kelimeye yüklemiş oluyorum böylece. Öyle alelade bir kelime değil sarf ettiğimiz, Aksa’nın kapısındaki metal kaplı canavarları korkudan parça parça döken bir kelime. Zamanında “Tanrı uludur! Tanrı uludur!” diye yankılanan, minarelerimizde. Emin ol bu, korkutmazdı onları böyle. 

  Allah aşkına nasıl veda mektubu yazıyorsun sen, diyeceksin satırlarımı okurken. Haklısın. 

Ben de isterdim, düşlerden çıkıp gelmiş şiir gibi cümlelerimi bu uğurda seferber etmek. Ben de isterdim hayatımızdaki en büyük hüznün bu mektuba gömülüp kalmasını. Ben de isterdim her şey normalmiş de bizim vedamız def-i tabiiymiş gibi yazmak… 

Fakat gel gör ki çocukların gökyüzüne selam veremeden vedalaşıp toprağa düştüğü bu cihanda, veda edebilmek bile çok fazla biz insanlara. 

O yüzden, sadece tek kelime:

Hoşçakal…