26 Eylül 2023

Karmaşa

Yazar: Sena TAŞ

Düşünüp düşünüp bir yere varabilen insan nadirdir. Düşünüp, kendini açıklayabilen insan azdır. Hislerini iletişimdeki alıcı tarafa betimleyebildiği için rahatlar. Düşünüp ne kendini anlatabilen ne de bir yere varabilen insan sayısı fazladır. Varoluş sancısı adlı bir battaniye ile sarılıdır. Kafası farklı düşüncelerin kuyruklarının birbirine dolanması sebebiyle dağılır, karışır. Bu sebeple ne kendini anlayabilir ne de anlatabilir. Aklıma şu cümle geliyor: “Üzülmek düşünmeni sağlar, düşünmek delirmeni.”

 

Bilimsel verilere dayalı olmayan bir araştırmaya göre her on kişiden yedisi potansiyel olarak varoluş sancısıyla ünlenen karakter Gregor Samsa’dır. Samsa; Çekçe dilinde sam (alone) sa (i <am>) dan üretilmiş, “ben yalnızım” manasına gelen bir isimdir. Franz Kafka’nın Dönüşüm kitabında ana karakter olan Gregor Samsa bir sabah uyanır ve kendini dev bir böceğe dönüşmüş olarak görür. Bahsi geçen kitaptaki kahramanın ruhundaki mutsuzluğun, zavallılığın, ezilmişliğin gözle görülür hale gelmesidir böceğe dönüşmek. Tüm yaptıklarına rağmen dışlanan, unutulan mazlum karakter. Yalnızlık, dışlanmışlık ve yabancılaşmanın sembolü.

 

Gregor Samsa, kitabı okumaya başladığımdan beri sevemediğim, ilginç bir şekilde beni rahatsız eden bir karakter olmuştur. Ne zaman bunu kendini entelektüel olarak niteleyen insanlarla paylaşsam, direkt sorgusuz bir savunma ile onu anlamadığım, kitabı iyi okuyamadığım gibi savunmalarla karşılaşırım. Halbuki okuduğumu anlamamda bir sıkıntı yoktu, aksine Samsa’nın hikayesini okurken neden boğuluyor gibi hissettiğimi farkında olmadan o kadar iyi anlamıştım ki kendimden nefret etmemek için kolay hedef olan Samsa’dan nefret etmeyi seçmiştim. O zaten yalnızdı, mutsuzdu, güçsüzdü ondan nefret etmek kolaydı. Meğer ben Samsa’yı kendime benzettiğim için sevemiyormuşum. Bana benzediği için ondan bu kadar nefret edip yaşadığı olaylara, verdiği tepkilere öfke duyuyormuşum. Aslında yaşadığı varoluş sancısını küçümsemiyor, kendimi görmemek için kavga ediyormuşum onunla.

 

Herkesin sorgusuz sualsiz benimseyip, kutsallaştırdığı esere hakaret ediyormuşum gibi değil de anlamak istercesine “Neden Samsa’yı sevmiyorsun?” sorusunu alsaydım, en başında farkına varabilirdim belki. Neden Gregor Samsa’yı sevmiyordum ben? Benim ettiğimi sandığım nefret burada kendimeymiş. Kendi karamsarlığım, yalnızlığım, acizliğimmiş. Gregor ile kendimi o kadar benzetmişim ki vahim halimi okuduğum satırlarda görmek, farklı bir karakterde yaşantımdan parçalarla yüzleşmek beni ondan nefret ettirmiş, onu suçlayıp durmuşum tıpkı kendime yaptığım gibi. İnsan en çok kendine acımasızdır zaten. En çok kendini hor görür, geri plana atar, yıpratır, dinlemez ve kendinin farkına varamaz. Hayat böyle akıp gider biz kendimizi yıpratırken. Yüzleşmekten korktuğumuz her şey altında benliğimizden parçaları taşır, kaçtığımız her şey eninde sonunda bizi yakalar, korktuğumuz her şey bir gün köşeyi döndüğümüzde çarptığımız bir duvar olur.

 

Yazıma son verirken kitaptan iki alıntıyla bitirmek istiyorum:

“Beni hayal kırıklığına uğratan, benden başkası değil.”

“Paltom bile ağır gelirken, nasıl taşırım koca dünyayı sırtımda?”