9 Mayıs 2024

Beşir Emmi

Yazar: Mustafa Bahadır YALDIZ

Ne soğuk bir Ankara sabahıydı ne de ılıman bir havaydı. İklim değişikliği vesaire. Ankara’ydı sadece. Griyle bezenmiş, kolon insanların arasında yol alıyor, Beşir Emmi’yi düşlüyordum. Ne önerirdi şu durumuma? Yanlış anlaşılmak korkusuyla yoğrulmuş ruhumu paylaşacaktım bu sefer onunla. Elimde “Sahaf Sakıp” kartviziti vardı da bilirdim o numaranın açılmayacağını. En uzun geceyi atlatamamıştı Beşir Emmi. 23 Aralık’ta -gidişinden bir yıl sonra- bu kadere kızgınlığımla yürüyordum. Otobüse binebilirdim, yakın da değildi Sahaf Sakıp. Ancak şu dünyayı çiğnemek arzusu ayaklarımı harekete geçirdi. İnsancıklar bir sürüden farksız otobüslere koşuyorlar, ışıktan değil de yolun orta yerinden karşıya geçmeye çalışıyorlar; bir ambulans bas bas bağırıyor, elinde iki mendil tutan sakallı, insancıklara peçete almasını fısıldıyor, piyango masasındaki sarı yelekli kaç yıl önceki ikramiyenin kendi masasından çıktığını üfürüyor… Tiksinti sarmıştı fikriyatımı. Bu hissiyatla eziyordum arnavut kaldırımlarını. 

“Sahaf Sakıp” tabelasının önünde bir müddet bekledim. Kırk beş yıl burayı işleten Sakıp Bey değildi ancak Beşir Emmi, tabiri caizse, ustasına olan saygısından, sahafın ismini değiştirmedi. Sakıp Bey’i hayatında görememiş olsam da Beşir Emmi’den dinlediğim kadarıyla paranın bozmadığı nadir adamlardanmış. Maddi sıkıntı çekmediği halde, insanların kitaplardan uzaklaşmasının üzüntüsü vücudunu sardıktan sonra devren satılık olan bu dükkânı almış. Bu işi daha da ciddiye almak için kendi ismini vermiş dükkâna. Nitekim başarılı da olmuş, bilhassa fakir edebiyat meraklılarının uğrak mekânlarından birisi oluvermiş Sahaf Sakıp. Gençler gelir, okuduğu kitapları tartışır ardından alt kattaki sınıflandırılmamış eserlerin arasında Tanrı Dağı’ndan Hira Dağı’na yolculuk ederlermiş. Beşir Emmi de o zamanlar pazarda mevsim meyvelerini satarken kitap okuduğundan düşmüş yolu Sakıp Bey’e. Sakıp Bey her genç ile ilgilendiği kadar onunla da ilgilenmiş, ilgisine göre kitap tavsiye etmiş, aydınlatmış adeta. Beşir Emmi bir yandan pazardan pazara koşturuyor bir yandan da okuyormuş. Şimdi dükkânda arka tarafta duran tezgâh aslında pazar tezgâhıymış Beşir Emmi’nin. Tezgâhın üstünde; meyve sebzeler, altında tabure, alet edevat ve bir de küçük sunta ile ayırdığı defter, kitap, kalem bölmesi… Beşir Emmi’deki azmi görünce yanına almış onu. Beşir Emmi ilk başlarda tereddüt etmiş tezgâhı bırakırken. İnsanların hayvani arzularını olağanca kuvvetleriyle tatmin ettiği şu zamanda kitaptan kazanç mı sağlanırdı? Şu zamanı görseydi Bekir Emmi, bu cümleyi kurmazdı herhalde o zaman için. Yine de Sakıp abisine güvenip benimsemiş sahaflık zanaatını. Zaman herkesi kopardığı gibi Sakıp abisini de alınca, dükkân Beşir Emmi’ye kalmış. 

Benim Beşir Emmi ile olan tanışıklığım öyle çok maziye dayanır değildi. Ancak aramızdaki hukukun kıymeti çoktur. Hakkını helal etmesini dahi isteyemedim. Bundan korkardım aslında. Sevdiklerimden helallik isteyememekten. Sevdiklerime azap verdiğimi düşünürüm bazen. Fazlası zarar mı her şeyin gerçekten? 

Beşir Emmi’yi beni bir gün Kızılay Metro Cami’sinin önündeki halıda uyurken uyandırıp benden -beni uyandırdığı için- özür dilemesiyle tanıdım. 

-Ne oldu ihtiyar? Baksana işine, ne rahatımıza karışıyorsun?

-Özür dilerim rahatsız ettiğim için ancak sen burada uyumaya layık değilsin.

Bir insanın kafası, tanımadığı bir kişi tarafından sabah saat 6’da ne kadar ayık olabilirse o kadar ayık bir şekilde:

-Ne saçmalıyorsun?

-Sarf kitabını gördüm, bu kitapla haşır neşir olan kimsenin burada uyumasına ne hacet, bu sebeple kendimizden utanmalıyız. Gel sana bir çorba ikram edeyim.

Hemen çantama baktım, çoğu kısmı açık olan fermuardan -ihtiyarın dediğine göre “sarf” adı verilen kitap- aşikar bir şekilde görülüyordu.

Kafam iyice karışmıştı. Dün evden çıkmadan aldığım kitap Arapçaymış. Ancak ben düşündüğü gibi birisi değildim ki. Annemin kitaplığından okuldaki hocam kitap okuma saatinde kızmasın diye rastgele bir kitap çekivermiştim raftan. O kadar bihaberim ki aldığım kitabın değil diline alfabesine bile bakmamışım. O an yine de bu adamdan faydalanabileceğim düşüncesiyle kabul ettim çorba teklifini. 

Beraber biraz yol katettikten sonra aniden sağa dönüp eğilip, kepengin kilidine anahtarını soktu. Fakat çorbacı değildi ki burası. Sahaf Sakıp yazıyordu tabelada. Bu adam benimle kafa buluyor, diye düşünüp gitmeye yeltenirken bana dönüp:

-İçeride dolapta çorba var, onu ısıtıveririz, dedi.

Çorba mı? Sahaf çorbacı mı demekti? Ya da esnaf lokantası gibi bir şey mi? Bu sorularımın cevabını kepenk kalktıktan sonra biraz yanıtlayabildim. Burası çorbacı filan değildi. Antikacı da değil kitapçıydı sadece. Ancak hiç de göze hitap etmeyen kitaplar. Zaten bana göre kitap kitaptı. Çok okumakla vaktimi heba edemeyeceğim bir uğraş. Bana ne elalemin görüşlerinden, uydurdukları romanlardan, aşk acısı çektiğini sanki yazarsa sevdiği geri gelecekmiş gibi sayfalarca yazanlardan. Kısacası yazanlardan. En kibirli olup da en mütevazıymış gibi geçinenler. İnsanların onların düşüncelerini okumak zorundaymış gibi tavır takınırlar. Ben de insanım benim de aklım ve düşünme kabiliyetim var. Size mi muhtacım ben? Bu minvaldeki düşüncelerimle içeri girdim. Aklımda bunların yanında ne çorbası acaba, düşüncesi de yer tutuyordu.

Dükkâna girince sararmış buzdolabından küçük bir tencere çıkarttı ve ocağın üstünde ısıtmaya başladı. Ekseriyetle insanlarla iletişime pek geçmediğimden ihtiyarın dükkanında da kös kös oturdum. Çorbayı karıştırırken adımı sordu. Ne önemi vardı ki adımın?  Bana hiç sorulmadan bu dünyaya gelmeme sebep olan iki kimsenin bana taktıkları kelime. En ufak bir kararım dahi yok iken ismimle ne diye ilk sorulan soru bu olmak zorundaydı insancıkların arasında?  Yine de cevap verdim:

-Sinan.

-Güzel bir isim, kim koymuş adını?

-Annem, babam.

-Benim adım da Beşir, gerçi bunun çok bir ehemmiyeti yok. Nasıl hitap etmek istersen o şekilde seslenebilirsin bana.

Bu adam neden bu şekilde konuşuyordu, isme ehemmiyet verilmemesi gerektiğini nasıl biliyordu ki. Bir de bunca kitabın arasında nasıl bu düşüncesini koruyabilmişti içlerindeki mürekkepten? Ayrıca çekip gidecektim çorbayı içtikten sonra, ne diye daha seslenme ihtiyacım olsundu ki?

-Doğrusu ben de sizinle aynı görüşteyim. İsmim bana anlam ifade etmiyor. İsmime ne bir kızgınlığım ne de bir yakınlığım var. Pavlov’un köpeklerinden farkım zile değil de “Sinan” kelimesine dönüp bakmam.

– Ben kendimi tam anlatamadım affediver. Benim nazarımda sen bana istediğin şekilde seslenebilirsin, demek için demiştim. Yoksa ismimizle yakınlığımız kesinlikle vardır. Hatta kaldıramayız bazen bazı isimleri. Ancak şu dünyadan göçünce olur da mezarıma ziyarete gelecek olursa benim yerimi bulsun diye ismim var. Yoksa Beşir, Sinan hatta Sakıp, ne önemi var?

Bu adam herhalde bunağın teki ve beni gözüne kestirdi uyuduğum yerde. Belki de her sabah orada uyuyan bazılarını yanına alıp konuşuyordur onlarla. Sonuçta yaşlı başlı adam. Ölümden de söz ediyor. Can sıkıntısını dindirmek istiyor olabilir. Bir de yazık, kitapların arasında düşüncesiyle bir hüzün zerresi içime girmişti. 

Çorbanın tabanındaki hava kabarcıkları benim ketum tutumuma öfkelenmiş gibi fokurdamaya başlayınca ihtiyar ocağı kapattı ve önümdeki masaya iki kase çorba koydu. Yüzünü, söyleyeceği cümleden emin değilmişçesine buruşturduktan sonra:

-Sana nasıl hitap etmemi istersin?

-Sinan demenizde sakınca yok, dediğim gibi fark etmez benim için.

Aslında Beşir Emmi’nin isim ile kurduğu bağlamdan ötürü, ölümü hatırladıktan sonra fark ederdi fark etmez dediğim her ayrıntı da neyse.

-Peki Sinan’cığım, nasılsın?

-Fena değil, inişli çıkışlı. Sanırım olması gerektiği gibi. Siz nasılsınız?

-Daha iyiyim, aslında canım düne kadar çok sıkkındı. Dükkâna kimsenin uğramaması bir yana pek bir kimse ile görüşmüyorum bile. Şu son sekiz günde Cuma çıkışı camimize yardım diyen adamdan başka hiç kimse söz etmedi bana. Bendeki insanlara hemen yaklaşama duygusu da bu acımı artıran bir gerçek. Aslında çok isterim insanlarla konuşmak, onların sıkıntılarına çare bulmak lakin olmuyor işte kaç zamandır. Eskiden pazarcı idim. Haftanın 5 günü farklı yerlerde meyve sebze satar geri kalan günlerde de seyyar gezerdim. Bu dükkan Sakıp abiden bana kaldıktan sonra bir müddet burada kitaplarla beraber sattım. İkisi de gıdaydı sonuçta ve ikisi de bir o kadar elzem. Sonrasında hâlden meyve alamaz oldum ve kendimi iyice kitaplara verdim. Dükkâna gelip gidenlerle konuştum, gelenleri birbirleri ile tanıştırmak için çaba içerisine girdim. Yıllar geçtikçe gelen insan sayısı da azaldı. İnsanlar açlar aslında da farkında değiller açlıklarının. Günümüzdeki bu kasvet, bu anlayışsızlık okumamaktan. Sadece kitapları mı? Değil elbette! İnsanoğlunun kibri o kadar yükseldi ki varlığını göremeyeceği kadar yüksek bir uçurumdan etrafa bakıyor. Hayatı okuyamıyor insanlar artık. Sadece yaşa diyorlar, “Seize the day!” Ama bugün metronun turnikelerinden geçtikten sonra halı üstündeki gördüğüm o çantanın içindeki kitap… Hâlâ bu dünyada okuyan insanlar var. Oku, diyenin kitabını okuma gayreti içerisinde olan hâlâ bir insan var. Bunu bilmek benim içimi aydınlattı da yendim kendi korkumu ve seni uyandırdım. Davet ettim dükkâna. Vaktin var mı bilmiyorum ancak çorbanı içtikten sonra da seninle konuşmaya devam etmek isterim. Kitabı nereden buldun, okumaya başladın mı? Ve aklımdaki daha büyük soru; okumayı nerede, nasıl öğrendin? Bu yaştaki ihtiyarın heyecanını mazur gör lütfen. Nitekim pek okuyanın kalmadığı şu zamanda çantandaki kitabı kim okur ki?

Beşir Emmi’nin bu konuşmasından sonra kendimi pek de iyi hissetmedim. Sevmiştim Beşir Emmi’yi de yüzüme vurulmuş hissetmiştim bendeki kötü hasletleri. Kıt akıllılığımı fark ettirdiği için rahat hissetmemiştim muhtemelen o anda. Bu konuşmanın ardına gerçeği nasıl söyleyebilirdim ki? Kitaplarla hiç alakam olmadığını, sevmediğimi hatta! Ancak Beşir Emmi’nin konuşması yüreğime işlemişti bir defa. Onun o ela gözlerindeki parıltı kim baksa insanın içini ısıtacak cinsten idi. İnsanların Beşir Emmi ile konuşmamaları da çok garip, diye düşündüm o anda. Beşir Emmi’den bir cümle duymak ihtiyacı hasıl olsa gerek her kimsede. Normal bir anda ya da normal bir insan olsaydı karşımdaki geçiştirirdim de yapamadım. Yapmak istemedim. Ve söyledim:

-Ben bu kitabı okumadım. Genelde kitap da pek okumam. Düşüncelerim aslen biraz farklıydı da zihnime küçük bir soru işareti koydunuz. Sizi üzmek de istemem ancak dediğim gibi okumadım ben bu kitabı. 

Ona olayın aslını, öğretmen puanımı düşürmesin diye kitaplıktan rastgele bir kitap aldığımı lakin sonra okula bile gitmeyip farklı işler peşine düşüp bir ihtiyarın dürtüklemesiyle uyandığımı anlattım. Bu olayları anlatırken utandım kendimden. Neden bu adama kaba davranmıştım? İnsanlığa kızgın olduğum şu zamanlarda neden karşıma böyle kimseler çıkmıyordu? Feleğe mi sitem etmeliydim, isyan mı etmeliydim? Bilmiyorum ama zannımca Bekir Emmi’de bunu istemezdi.

Olayın aslını anlattıktan sonra çorbalar bitene kadar konuşmadık. Ardından teşekkür edip müsaade istedim. Gerçeği anlattıktan sonra yüzü düşmüştü biraz. Her ne kadar bana hissettirmemeye çalışsa da anlıyordum. Tanımadığım bir güzel insanı hayal kırıklığına uğratmıştım. Kapıdan çıkarken bana kartını verdi. Çıkarken dedi ki:

-Seninle tanıştığıma memnun oldum. Yine gelmeni isterim. Bana sen nasılsın, diye sorduğuna seni pişman etmiş de olabilirim. Bir dokundun da bin âh işittin, hakkını helal et.

-Helal olsun, asıl siz helal edin beni doyurdunuz, ısıttınız. 

Bu söylediğim teşekkür sözleri aslında zihnimdeki kitaplara olan bakışımı değiştirmesinin figürleriydi sadece. O anda Beşir Emmi’ye dahi itiraf edememiştim aklımda kitaplarla ilgilenmenin oluşturduğu isteği. Sonrasında Beşir Emmi’yi hiç görmedim. Bir gün Hacı Bayram Veli Cami’nin selâsında duydum: “Mahallemiz sakinlerinden, Ali oğlu Beşir Eloğlu…” Ve sonra başladım ilk paragrafı yazmaya.