21 Ocak 2024

Gümüşî Kutu

Yazar: Tuğba KORKMAZ

Bahçe kapısının pas tutmuş kilidine kuvvetlice asıldı. Bir iki zorlanmadan sonra ürkek adımlarını içeri atmıştı. Çocukluğunun geçtiği ev karşısındaydı. Buz gibi mermerden merdivenleri tırmanırken sırtında asırlık bir yorgunluk vardı. Kimsecikler yoktu etrafta. Sessiz ve derinden ilerledi, bahçe kapısını aşmış evin kapısına varmıştı. Yutkundu, soluğu kesilir gibi oldu. Bir adım geri çekilip kapıya sırtını döndü. Bahçeyi seyre daldı. Meyve ağaçları, kurumuş bir asma, harap bir çardak. Nice koşup oynardı burada. Ağaçlardan kopardığı yapraklarla yemekler uydururdu çocuk aklıyla. Mutluydu, hayatın ona hazırladığı imtihanlardan habersiz oynadığı bahçeden müteşekkildi dünyası. Çocukluk hatıralarına dalmışken ardındaki kapının huzursuz edişini ruhunda hissetti. “Haydi!” dedi. “Bunca geldin, dönülmez artık gir içeri.”

Derin bir nefes aldı ve kapıyı ittirdi. Evin içindeki her şey sanki ruhlar âlemine göçmüş de yalnız iskeletten ibaret kalmış gibiydi. Bir kaç koltuk, yarı bütün yarı dağılmış perdeler, yoğun bir küf kokusu, ev zaman harbiden çıkmış yorgun bir savaşçı siluetindeydi. Gözleriyle öylesine derinden süzüyordu ki etrafı nefret mi ediyor yoksa hasret sancısı mi çekiyordu anlamak mümkün değildi. Gırtlağından sökün eden haykırışları, gözbebeklerine yığılan damlaları hiç etmek istedi. Dönüp yine kendine kızdı. Neden bunca yaralandığını, neden kör kuyulara yuvarlandığını sorguladı. “Kim sustu da ben bağırdım? Kim güldü de ben ağladım?” diyerek hayıflandı. Köşedeki koltuğa ilişti gözü, koltuğun yanında fiskos sehpa üzerinde meşhur kolalı ahtapot dantel ve bir radyo. Bir zamanlar o koltukta oturup elişi yapar, radyo da kimi zaman arkası yarınları kimi zaman da dumanı tüten türküleri dinlerdi. “Radyonun dili olsaydı…” diyecekti ki durdu ve “Evet, bir dili vardı, yalnızlığımda en büyük ortağım, yoldaşım olmuştu.” dedi ağız ucuyla bir gülümseme eşliğinde. Duvarda solmuş çiçekler arz-ı endam ederek anılarını tazeliyordu. İstediği sevmese de sevenleri olmuştu. Zarif bir edayla anılarını incitmeyerek topladı tüm çiçekleri, bir kutuya doldurup el değmeyecek bir yerlere kaldırdı. Büyükçe bir kutu yerde ona bakıyordu. Yarım yamalak taşınmışlardı zira. Geçmişin hesaplaşmasını yapmadan tam manasıyla. Kutu onun için gelindiğini hissetmiş gibiydi. Yıllardır bağrında sakladığı hatırları döküp saçma sevdasındaydı. Koltuğa oturdu ve kutuyu açtı. İlkokul resim dosyası, boyası atmış mavi beslenme çantası, bir ucu kırılmış tahta cetvel ve kaptığı yırtılmış tarih atlası karşıladı onu. Süs eşyaları, takılar, biblolar, envai çeşit hediyelikler… Hepsini bu kutuda ölüme terk etmiş gibi hissetti. Günlükleri çıktı, yıllardır yazmıştı anlatamadığı her şeyi. Yalnızlığın zemheri soğuğu gibi titrettiği satırlar adeta zehir olup akmıştı. İmtina ederek çıkarıp dizdi bütün ıvır zıvırı gözünün önüne. İçlerinden küçük bir keseyi aldı eline derin derin kokladı. Mis kokulu, hasret kokulu bir tutam çaydı bu. Hatırladı, hatırladığına kızdı artık ne bu çayın ne de bu kokunun önemi kalmamıştı. Yanındaki çöp poşetini açarak hırsla içine fırlattı. Ardından çöpe layık olan her şeyi attı, attı… Kalbini yokladı, üzüntüden ziyade sırtındaki kamburdan kurtulmanın ferahlığı vardı. Gümüş rengi bir kutu geldi eline tam çöpe atacakken dayanamadı kol çantasına attı. Henüz hazır değildi ondan kurtulmaya, zamanı geldiğinde o kutuda çöpte ömrünü sonlandıracaktı. Toparladı kutusunu, güzel hatıraları kucakladı. Çanta ağırdı. “Olsun” dedi “ne yükler taşıdım ben bu evde, bu duvarlar nice gözyaşıma tanıklık etti, şuncağız çanta bana ne ki!” Ardına bakmaya lüzum görmeden kapıyı çekip çıktı, yola revan oldu. Adımlarını hızlandırdı vakit akşam olmaktaydı. Derin derin havayı soludu, sokağa dönüp baktı, sanki orada hiç yaşamamıştı. Çöpe attıklarıyla beraber silmişti tüm kötü anıları.