29 Ocak 2024

Siyah Tuval

Yazar: Müberra KOÇAK

Kapatın gözlerinizi. Karşınızda duran bu simsiyah tuvalin tadını çıkarın. Çizecekleriniz tamamen sizin zihninizin birer ürünü yeni olgunlaşmış meyveleri olacak. Tamamen size ait bu karanlıkla ne yapacağınız size kalmış. Hafızanızın derinine indiğiniz şu anlarda karşınıza çıkanlar ya hayal ötesi bir sahne ya da eskiden yaşanmışlıkların sonucu önünüze çıkan birer anı tohumu olacak. Kim bilir belki de farkına bile varmadan gelecekten izler taşıyan bir dizi örüntüyü resmedeceksiniz bu karanlıklar içindeki tuvale.

“Bir gün ölüm bizi başka bir yıldıza götürecek.” diyor Vincent Van Gogh. Pek haksız da sayılmaz aslında nihayetinde uyku da bir ölümdür sonuçta. Bedenin tutsak ama zihnin özgür olduğu bir yarı ölüm hali… Hepimiz bambaşka yerlerde bambaşka hayatlarda bambaşka insanlar olarak bulmak istiyoruz kendimizi. Rüyalarımız ise bu bambaşka evrene bizleri ulaştıran en kestirme yol belki de. Hepimiz o başka olan yıldıza ulaşmak için ölmeye yatıyoruz her gece. Bazen, bazen bu yolculuk o kadar gerçeğin perdesine saklanmış bir şekilde önümüze seriliyor ki resmederken hayali bir manzarayı en net hatlarıyla en ince detayına kadar resmetmek gibi bu. Gözlerimizi aydınlığa kavuşturduğumuzda hala zihnimizin bir köşesini meşgul eden kendine yeni bir yer bulmakta kararlı olan bir anı artık bu. Aslında var olmayan ama gözlerimizi kapattığımızda var olan ne görmek istersek onu gördüğümüz bir manzara bu.

İnsan o kadar yalnız ki artık, tek dostu ölümle beraber bu siyah tuval oluvermiş. Anıları ise artık sadece o tuvale çizdiklerinden ibaret oluvermiş. Artık orada yalnız değil, artık orada çirkin değil, artık orada fakir değil, artık orada yetim değil, öksüz değil, aç değil, susuz değil… Anılar her halükarda keder veriyor bizlere. Olmuş, bitmiş, yaralar bırakmış belki fazlasıyla mutlu etmiş ama sonunda ya yarı yolda ya kalbi kırık şekilde bizi bizle yapayalnız bırakmış…

Yeniden kapatın gözlerinizi bakın o simsiyah tuval yine tam karşınızda. Şimdi nasılda anı demezsin ki zihninde olup biten tüm bu savaşa. Ya rüyalarda yaşadıklarımız başka bir dünyanın gerçekleriyse? Ya uyumak sadece ama sadece başka bir evrende başka biri olmak demekse. Rüyalar da bizim anılarımızdır evet. Oradaki canlılığı gördüğünüzde, yıllar önce kaybettiğiniz birinin bedeninden size sızan taze sıcaklığını hissettiğinizde, asla başınızı okşamayan babanızın dizinde masallar dinlediğinizde, anneniz nihayet sizinle gurur duyduğunda, aynalara küs bedeninize korkusuzca baktığınızda, aç yatıp aç kalktığınız yatağa tok yattığınızda, sırtınızdan bıçaklamayan dostlarınız olduğunda, kendinizi sevdiğinizde, siyahın içinde de daima renkler olduğunu fark ettiğinizde işte bu karanlık sizin için bambaşka bir hayat yaratabileceğiniz anı atölyeniz olacak.

Hissedebildiğimiz kadar insanız. Hissederek yaşayabildiğimiz sürece de hepimiz birer sanatkârız. Rüyaları, sonunda tebessümle hatırlayacağımız, bakarken mutlulukla gözlerimizin içinin parlayacağı, içine ilmek ilmek özenle işlenmiş bir anı defterine dönüştürmek o siyah tuvali bir anı olarak benimseyip istediğimiz renkle doldurmak mümkün yeter ki kapatın gözlerinizi. Yeter ki hayal edin, yeter ki özgür kılın zihninizi… Bırakın bu sefer aydınlık olmasın, bırakın bu sefer kalabalıklar içinde yalnız olmayı, kendinizi bu düşün içine bırakın. Hayatta bir rüya değil midir başlı başına, sadece bu rüyadan uyanmak, var olan anıları anımsamak normalden daha güç gelir bizlere.
Gözlerimizi kapatıp gezebileceğimiz bu sanat dolu müzede anılarınızın sergilendiğini düşünebilirsiniz. Gerçek ya da değil, renkli ya da renksiz, güzel ya da çirkin… Her şeyin tezatı ile var olduğu bu evren gibi rüyalarımıza da yaşananlara da tek bir pencereden bakmamak gerek bence. İnsan dünyayı keşfetmeye kendi içinden başlamalı. Teker teker tadına bakmalı her rengin, teker teker gezinmeli aralarında anlamalı ki dünyaya bakmakla dünyayı görmek farklı şeyler o halde niye rüyalarımda gördüklerimi resmetmeyeyim. Ben sadece etten kemikten oluşmuş, acıyla hamuru yoğrulmuş, haksızlıkla susturulmuş, gözyaşlarıyla korkutulmuş, kendi yalnızlığında kaybolmuş biri olamam demeli. Zihnini serbest bırakıp oradaki düşüncelere de önem vermeli. Oradaki de sensin. O her gece üstünü örten, saçlarını okşayan gün doğana dek başında şefkatle bekleyen, bazen kötü bir kabusun ardından derin bir oh çektiren bazense asla bitmesini istemediğin bir masalın ortasında olan, rüyanın kollarında kendine bambaşka dünyalar yaratıp şarkılar söyleyen de sensin.

Bizi biz yapan hafızamızdır ve hatırlayabildiğimiz kadar yaşamışızdır. Uyandıktan sonra rüyanızı hatırlayamadığınızda beliren o kalbinizdeki keskin acıyı hatırlayın. Zihninizin çabasını ve sizin önünüze koyduğu parça parça renkleri hatırlayın. İşte tek yapmanız gereken bu renkleri alıp tuvalinize yerleştirmek. Bunun üzerinden yıllar geçecek hafızanız da yaşlanacak geçmişe dönüp baktığınızda anımsadığınız gençliğiniz bir rüya mı yoksa gerçekten dünyaya bıraktığınız bir çift ayak izi mi kim nereden anlayacak. Ne fark eder ki hepsi sizi siz yapan değerler. Bu sizin tuvaliniz!.. Bu sizin karanlığınız!.. Bu sizin zihniniz!.. Bunlar gerçek ya da hayal hepsi sizin anılarınız.

Bir gün o başka yıldıza Van Gogh ile beraber seyahat ederken bavulunuza koyacağınız bir takım hatıradan ve birkaç çeşit renkten başka bir şey değil rüyalar, içi boş, siyah, anı dolu kutucuklar. Anlatılmaya başlandı mı anılar, içine rüya da girer ya da yaşanmışlıklar. Zihnimizin karanlık sokaklarından yolumuza çıkar, saklambaç oynayan kuytu köşelerdeki rüyalar, rüyaların içindeki anılar… Haydi o başka yıldıza ulaşabilmek için sımsıkı sarılın rüyalarınıza, sararmış bir fotoğrafı saklar gibi sahip çıkın oradaki yeis anılarınıza ve son bir kez daha kapatın gözlerinizi bu karanlığa…