28 Ocak 2024

Kapıları Açmak

Yazar: Hatice Hazal GÖKÇİMEN

Bir eşit ağırlıkçı olarak, bazı sayısalların neden AYT Coğrafya’dan kaçarak sayısala geçtiklerini çok merak ediyorum. Zira bir dönemdir tüm lise hayatım boyunca özlemle beklediğim eşit ağırlık derslerini görüyorum (ben bu kadar yorulacağımı tahmin etmiyordum ya, neyse.) ve aşağı yukarı her eşit ağırlıkçının övünebileceği nadir durumlardan olarak şunu söyleyebilirim: 

“11 coğrafya 9-10 coğrafyadan çok daha kolay.” Ama 11 coğrafyadan kaçıp sayısala giden bastırılmış eşit ağırlıkçı kardeşlerim fizik, kimya ve biyolojiyle uğraşmakta. Hele kimyada bir gazlar konusu var, çalışkanlığı ve başarısıyla nam salan sayısalların bile o konunun ismi geçince yüzünün buruştuğunu görüyorum. Ha gayret aslanlarım, kardeşlerim diyerek ben sevgili coğrafya dersime dönüyorum. 

Hem müfredatın çoğunluğunun beşeri coğrafyadan oluşmasının hem de sınıftaki mevcudiyetin dünya görüşü konusunda çeşit çeşit olması hasebiyle ilk haftalardan beri coğrafya dersimiz İbn-i Haldun’un meşhur “Coğrafya kaderdir.” sözüne atıfla bitiyor. Bir gün konu nereden geldi bilinmez, artık o bitmeyen ve sınıfta her ders başka bir münakaşaya sebep olan nüfus ile göç konusu mudur başka bir şey midir; mesele zorla evliliğe getirildi. Tabi her zaman olduğu gibi burada da farklı farklı görüşler harala gürele ortaya atıldı. Herkes başka bir mevzudan bahsediyordu. Sonra aile tarafından zorla veya kaçırılma yoluyla gerçekleştirilen evliliklerde, evlenmeye zorlanan kızın toplumdaki durumu hakkında birkaç cümle edildi. Buraya kadarki kısım çok hatırımda kalmadı, anlatmak istediğim şey benim konuya ilişkin verdiğim örnek çünkü. 

“Hocam şeyi duydunuz mu?” diye girdim bizim ‘harala gürele’ nin arasına.

“Nedir Hatice?” Aslında hoca öyle sorana kadar aklımda o şekilde anlatmak yoktu ama hazır tüm sınıf dinliyorken anlatmak istedim:

Hocam kasabada yaşayan bir kız vardı, adı Zehra. Çocukluğundan beri caminin imamı Mahir Hoca’nın oğlu marangoz Cihan’ı seviyordu. Cihan da onu seviyordu. Zehra’nın babası Arif Efendi hasta, abisi de zalim bi adam, Ahmet. Bir de kasabanın belalı tipi İpsiz Kemal var. Bu İpsiz, paragöz Ahmet’in aklına girip para karşılığında Zehra’yı alıyor hesapta. Ama Zehra’da o eşkıyaya varacak göz var mı, direniyor. Kemal de bir günü kız nehirden testiyle su alırken tutup kaçırıyor. Zavallı Zehra çırpınıyor, bağırıyor da nafile. Kemal götürüyor kızı İstanbul’a. Ama ne eve geldiği var ne gittiği. Arada bir görünüyor sadece. Sonra birden kaybolmuyor mu? Parayı kumarda yemiş sonra iflas edip kaçmış gitmiş Almanya’ya. Zehra ise İstanbul’da hayata, pavyonda çalışan komşusu Gül sayesinde tutunuyor. Sonra bir gün cesaret ediyor dönüyor kasabaya. Abisi bunu eve almıyor, bahçede tekme tokat dövüyor sen misin geri gelen, diye. Kendisi satmamış gibi. Bu eve girersen ölün çıkar diyor. Mahir hoca da Zehra’yı caminin meşrutasında kalan yaşlı ve felçli Ayşe teyzenin yanına yerleştiriyor. Kasabalı çok hor görüyor Zehra’yı ama o artık hayatın acı yüzünü görmüş, ayaklarının üstünde durmuş genç bir kadın olmanın verdiği inatçılıkla çabalıyor, çalışıyor… Bir de şu Cihan ağzını açıp iki kelam ediverse her şey güzel olacak ama…Sınıftan sesler geldi:

“Ama?..” 

“Eee noldu sonra?” Güldüm. 

“Benim anlatmak istediğim Zehra’nın yaşadıklarına rağmen kasabaya dönüp kasabalının yani ona karşı duran toplumsal zihnin tabularında sıkışmayıp mücadele etmesi, savaşması. Devamını merak edenler Mustafa Kutlu’nun Kapıları Açmak kitabını okuyabilir…” O zamana kadar Zehra için üzüldüğüne yüz ifadesine bakarak yemin edebileceğim ancak büyük ihtimalle kanıtlayamayacağım hocam güldü:

“Bize hikaye mi anlattın Hatice?” Karşı çıktım.

“Ama hocam böyle şeyler yaşanmadı mı, yaşanmıyor mu memleketimde?” Bir şeyler daha konuşuldu. Sonra bu unutulana kadar her söz aldığımda hikaye anlatıyorum sanıldı ama olsun. Benim dokuz yaşında ilk defa Mustafa Kutlu ile bu kitapla tanıştığımı ve ilk okuyuşumda dehşete düştüğümü ancak önemli olanın kitabın ne anlattığı olduğunu anlamamla uzun yıllar en sevdiğim kitap olarak kaldığını kim nereden bilecekti? Uzun yıllar en sevdiğim kitap olduktan sonra ne mi oldu… Mustafa Kutlu’nun diğer kitaplarını okudukça liste hep yenilendi. Fakat son yıllarda aklımda öyle bir liste tutmaya gerek duymuyorum. Kalbin dört odası olsa da yüreğin yuvası geniş neticede. 

Sevdayı, Anadolu’yu, samimiyeti, farklı pencereleri, farklı hayatları Mustafa Kutlu kitaplarında tanıdım. Bende çok iz bıraktı hikayeleri. Her sayfada beni başka bir trene koyup başka diyarlara götürmeye devam ediyor hâlâ… Nedense ortaokuldan beri etrafımda bu hikayeleri benim kadar seven pek az yaşıtıma rastladım. Ama yakın zamanda bazı sınıf arkadaşlarımın bir yarışma vesilesiyle her hafta bir kitap olmak üzere hikayelerini okumaya başladıklarında, başta her ne kadar önyargılı olsalar da her hafta sonunda kime “Nasıldı?” diye sorsam kimseden sevmedim, beğenmedim cevabını aldığımı hatırlamıyorum. Her hafta başında yeni kitaplarını gösterip bana “Bunu okudun mu, nasıldı?” diye sorduklarında ise benim okuduklarım içinde hiç “Yok ben bunu sevmedim yaa.” dediğimi hatırlamıyorum. Deseydim hatırlardım çünkü sevmediğim kitaplara karşı bir acımasızlığım vardır, o yüzden çoğunlukla severim…

Velhasılı kelam, yolculukları seven bizler Mustafa Kutlu üstadın hikayelerini çok severiz. Hatta fark ettim de, uzun yolculuklar Mustafa Kutlu kitabı olmazsa geçmiyor. Bunu, her yaz yirmi küsür saat arabayla Erzurum’a giden biri olarak söylüyorum. Tek kötü yanı, kitap çokluk yol bitmeden bittiği için ne yolun devamında ne de köydeyken okuyacak kitabım kalmamış oluyor. Eh, idareli okumak lazım, değil mi? 

Yolda kalın, yolcu kalın, selametle kalın…