30 Nisan 2022

Beyin ve Kalp

Yazar: Tarık TIĞLI

Duygularımızın düşüncelerimizden bağımsız olduğu inancı eski çağlardan beri süregelen kolektif bir inançtır. Eski insanlar duyguların merkezini beyin olarak seçerken, kalbimizi duygularımızın merkezi olarak tayin etmişlerdir. Hatta ünlü filozof Aristophanes toplum yapısını oluştururken toplumu bir insan gibi tasvir edip beyin takımı ve kalp takımı gibi ayrımlar yapmıştır. Beyin sınıfında yöneticinin rasyonel kararlar içeren tutumları olması gerekirken savaşçıların veya din adamlarının toplumun kalp sınıfında olması gerektiğinden bahsetmiştir. Günlük hayatta çoğu zaman bir konu hakkında seçim yaparken rasyonel mi duygusal mı karar verdiğimiz hakkında ikileme düştüğümüz bile olur. Hatta halk arasında mantık evliliği veya aşk evliliği gibi tabirler günümüzde yer etmişlerdir. Çoğumuz duyguların düşüncelerden tamamen bağımsız olduğunu düşünürüz. Fakat duygular ve düşünceler bu kadar birbirinden bağımsızlar mıdır? Duygu ve düşünce bildiğimiz kadarıyla nedir ve karar almamızı ne kadar etkilemektedirler? Vicdan ve eğitim birbirinden bağımsız olarak mı ele alınmalıdırlar?

Öncelikle duyguların ve düşüncelerin merkezinin beyin olduğu günümüzde bilinen bir gerçektir. Duygular beyinde salgılanan bazı hormonlar sayesinde oluşurlar. Peki ikisinin kökünün aynı organdan gelişini bilmemiz, duyguların ve düşüncelerin birbirinden bu kadar bağımsız olduğunun göstergesi midir? Günümüz terapi ekollerinden biri olan bilişsel davranışçı terapi; olayların düşünceleri oluşturduğu, düşüncelerin duyguları oluşturduğu ve duyguların ise en son davranışlarımızı oluşturduğunu savunur. Genelde yansıyan işlevsiz davranışların değiştirilmesi için düşüncelerin esnetilmesi gerektiğini iddia eder. Düşüncelerimizin esnetilmesi ise katı olan ve işlevselliğimizi bozan düşüncelerin yerini farklı ihtimaller almasından oluşur. Örnek vermek gerekirse birisi bizim selamımızı almadan geçip gidebilir. Eğer düşünce kısmında bu işlevsel olmayan katı bir yapımız var ise “Beni sevmediği için selamımı almadı” diye düşünebiliriz.  Bu yüzden üzgün hissedebiliriz. Üzgün hissettiğimiz için o kişi ile iletişimimizi kopartabiliriz. Bu şekilde düşünce duyguyu oluşturmuş duygu ise davranışın ortaya çıkmasına sebep olmuş olur. Fakat esnek bir şekilde düşünürsek o kişinin selamı alıp almamasının sadece bizi sevmediğinin ispatı olamayacağını anlayabiliriz. Belki o kişinin hiç selam alma alışkanlığı yoktur. Belki o gün canı bir şeye sıkkındır veya sizi duymamış ne dediğinizi anlamamış olabilir. İşte bilişsel terapinin özünde bu vardır. İnsanları bir nevi esnek bir bilimsel düşünceye iter ve mental rahatsızlıkların düşünce yapımızdaki katılıktan kaynaklandığını iddia eder. Peki düşünce nedir ve hayatımızdaki işlevi tam olarak nedir? Farklı bir perspektiften bakan üçüncü dalga metakognitif terapistler düşüncenin işlevselliği hakkında fikirler üretirler. Beynin otomatik bir şekilde on binlerce düşünceyi aklımızdan geçirdiğini ve bunların sadece çok az bir kısmının ertesi güne taşındığını dile getirirler. Patolojilerin ise düşüncemizin düşünce olduğunu unutup onlara ekstra mana yüklediğimizde ortaya çıkan işlevsiz baş etme teknikleri olduğunu öne sürerler. Örnek vermek gerekirse, “Düşüncem gerçektir.” inancına sahip olan insanlar obsesif komplüsif davranışlar geliştirebilirler. Peki gerçeklikten ziyade düşüncelerimizin sürmüş olduğu gerçekliğe bağlı olmamız neden kaynaklanıyor?  Bunun temelinde aslında düşünceye yüklenen pozitif ve negatif manalar var. Düşünce hakkında pozitif algılarımız bize düşüncemizin bize bilmediğimiz gerçekliğe ulaşmamızı sağlayacak bir araç olduğunu söyler veya endişe verici bir olayda bizi tetikte tutacağını inandırır. Aynı şekilde düşüncenin kendisi bu örüntüde olayla kaynaşabilir. Buna da örnek vermek gerekirse “Sınav hakkında endişeleniyor olmam bana başarıyı getirecek” inancına sahip olmamız olabilir. Halbuki sınavdan geçmek için bizim endişelenmeye ihtiyacımız yoktur, çalışmaya ihtiyacımız vardır. Bunun dışında hiç bilmediğimiz bir konuda istediğimiz kadar düşünelim bu olay hakkında yeni bir şey öğrenemeyiz. Düşünce hakkındaki negatif inançlarımızı göz önüne alırsak bunlara örnek olarak “Düşünürsem delireceğim” veya “Bu olay hakkında düşünceli olmam beni sorunlu birisi yapıyor” gibi önermeler olabilir. Bunun sayesinde düşünce baskılanmaya çalışır. Belki bir bağımlılıkla belki bir hobi ile bastırılmaya çalışılır ancak bastırılmaya çalışılan düşünce daha fazla akla gelir. Kısacası düşüncenin sadece bir düşünce olduğunu bilmek ve onu yok olacak bir örgü olarak imgelemek ve ne düşünce ile mücadele etmek ne de ona çok büyük atıflar yüklememek gerekir. Düşünce tam olarak budur.

Duygu ise vücudumuzda salgılanan hormonlar sayesinde meydana gelir. Her duygu aynı şekilde düşünce gibi sönmeye mahkumdur. Eğer duygu sönmezse patolojiler ortaya çıkar. Örnek vermek gerekirse mutsuzluk deneyimi işlenmeyip günler boyu devam eder ise depresyon adlı problem ortaya çıkar. Peki bir duygu nasıl işlemlenir? Öncelikle insanın öğrenme sürecinde sönmenin önemini vurgulamak önemlidir. Bir anlık büyük ikramiyeyi kazandığınızı hayal edin. Bunu hayal ettiğiniz süre zarfında elde edeceğiniz mutluluk duygusu bir veya iki dakika içerisinde sönmeye başlayacaktır. Bu olayı tekrar hatırladığınız zaman içerisinde ara ara bu duygu tekrar alevlenecek ve birkaç dakika içerisinde sönmeye başlayacaktır. Sonunda ise tamamen sönecektir. Peki olumsuz olan duygular neden sönmeyi reddedip hayatımızda bize problem oluşturmaya devam ederler? Bunun hakkında aslında metakognitif düşünürleri iki farklı görüş öne sürmüşlerdir. Birincisi olumsuz düşünceyi rumine etmemiz, sürekli tekrarlamamız ve düşünceler ile onun hakkında bilmediğimiz tüm olayların boşluğunu doldurmaya çalışmamız sonucunda zihin sanki o olayı defalarca kez işler. Daha önce söylediğimiz gibi düşünerek bilmediğimiz bir veriyi bulamayız. Fakat bir zaman sonra bu düşünce ve zihnimizden geçen bu hal bizim gerçekliğimiz olur ve asıl gerçeklikten kopmuş oluruz. Bir ikincisi ise düşüncelerimiz duygularımızın arasına bir bariyer olabilir. Bu nasıl olur? Sınav kaygısını yaşamamak için çok fazla sınav hakkında düşünürüz ve endişeleniriz. Bu düşünceler bizi asıl yaşamamız olan duygudan korur. Örnek vermek gerekirse sosyal fobi sahibi bir birey topluluk hakkında konuşmaktan çok fazla endişelenebilir. Fakat gün boyu o konuşmayı hayal eder ve ruminasyonla zihnini doldurur.  Asıl sahneye çıktığında hissedeceği kaygı hali 10 ise, gün boyu bunun düşüncesi ile yaşayıp 8 hisseder. Ama hiçbir zaman 10’a çıkamadığı için o sönme işlemi asla gerçekleşmez ve hayatında hep 8 ile yaşamaya devam eder. Tabi toplumsal normlarda buna etkilidir. Erkekler ağlamaz, kadınlar kahkaha atmaz gibi dayatmalar insanların duygularını tam çözümleyememesini sağlar. Bunu fobilerden tutun depresyona kadar birçok rahatsızlıkta görebiliriz. O yüzden kaygı veya korku ile aşamalı yüzleştirmenin tedavi ediciliği günümüz dünyasında ispatlanmıştır.

Duygularımız ve düşüncelerimiz birbirinden ayrışır ve aynı zamanda birbirine bu kadar bağlıdırlar. En basitinden sokakta gördüğünüz bir aslan sizi korkmanın mantıklı bir reaksiyon olduğunu söyler ve beyninizde salgılanan hormonlar bizi korkuya hazırlar. Sokakta gördüğümüz bir ağaç karşısında korku reaksiyonu vermeyiz çünkü onun tehdit olmadığının farkındayızdır. Düşünce ve duygular bu yüzden aslında birbirinden kopuk düşünemezler, iç içe birer sarmaldırlar. Bu yüzden bundan sonra ‘kalp ve beyin’ benzetmeleri yerine ‘tohum ve çiçek’ benzetmesini kullanmayı tercih ederim. Kalp ve beyin gibi çatışan olarak tasvir edilmesinden ziyade, düşünceyi bir tohum ve duyguyu ise bir çiçek olarak değerlendirmek daha mantıklı. Çünkü hiçbir çiçek tohumsuz var olamaz ve aynı zamanda bir gül tohumundan bir kaktüs çiçeği yetişmez.