15 Ocak 2024

Savaş Ritimleri

Yazar: Hatice Hazal GÖKÇİMEN

Eminim ki hepiniz bir şekilde televizyondaki veya sinemalardaki tarihi yapımları izlemişsinizdir. İzlememişseniz bile mutlaka dönemine göre hangi tarihi yapımımız meşhursa güncel olarak hadiseleri, etrafınızda onları takip edenlerden dinlemiş ya da dinlemek zorunda bırakılmışsınızdır. Ben hem keyifle izledim hem izlerim; hem dinlerim hem de dinlemek zorunda bırakılırım. Neticede bizde dönem işi çok, değil mi? 

Peki, şöyle devam edecek olursam: Müslümanları konu alan bir dönem işinde, eğer hadiselerin merkezinde savaş/çatışmalar da varsa, bir karakterin aramızdan ayrıldığını nasıl anlarız? Tabii ki de karakterin harp meydanında kanlar içinde dakikalarca süren bir sahneyle şehadet getirmesinden ve ahirete öylece intikal etmesinden. “Ah be” deriz. “O da şehit oldu.” Çünkü son anda uzuuuun uzun şehadet getirmeden ölüyorsa şehit değildir o: Birkaç sahne sonra “Yaşıyor!” nidalarıyla aramıza dönecektir. Bu ayrımla artık yapımların izleyici üstünde kurduğu merak unsurunu da çökerttim kendi adıma. Efenim geçen gün, başka yapımlarda da oyunculuğunu seyrettiğim ve beğendiğim bir aktörün uzun zamandır oynadığı dönem dizisinde artık anlaşmasının sonuna geldiğini görünce kanalı çevirmekten vazgeçtim. Dedim bakalım nasıl gidecek? Abimizi bir güzel dövüp birkaç yerinden de yaraladılar ancak son anda arkadaşları yetişip kurtardı kurtarmasına da… Kurtulmadı işte!? Ünlemim yarım kaldı. Dilimin ucunda kaldı. Bir şey eksik yahu böyle kuru kuruya gitmemeliydi, diye düşünüp kanalı değiştirdim. Sonraki hafta aynı gün yine kanalı açtım: baktım abi yine harp ediyor. Hah, dedim buldum: siz abiye şehadet getirtmediniz yoksa elbette bitiyordu bu iş! Nasıl bitiyordu? Şehit oluyordu ya işte… Tok bir İsmet Özel mısrası dönmüştü dilimin ucundan bir yerlerden hani: sıra geçmiş, bilet yanmış, oyundan çıkılmış bir/kaç mısra. 

Felsefeci ‘deme öyle’ dediğinden beri demiyorum ama: BU MUYDU HADİSENİN TEZAHÜRÜ? 

Bu yapımlarla biz yine kendimize gösterilen kadarını almış, gerisine bakmamıştık, değil mi? Bakanları tenzih ederim tabii. Abdestli bir şekilde yatılıp uykuda ölündüğünde dahi Allah’ın izniyle şehit sayılacağımız kadar geniş bir rahmetin içinde biz, sadece askerlerin şehit olabileceğini anlattık; cihadın yalnızca silahla, cephede olabileceğini anlattığımız gibi… Oysa mesele Müslüman olarak yaşayıp Müslüman olarak ölmek ve vatana, millete, İslam ümmetine hayırlı olmak için çabalayıp alnı parlayarak huzura kavuşmak değil miydi? Kırkbeş saniyelere sığmayan nice şehitlerin yeri bilinmiyor böylece…

O zaman bu defa da şehitliğin ‘şehadet’ kısmına Afganistanlı genç mücahit Seyyid Amad’ın şahitliğinden bakalım, ne dersiniz? 

Birinci kişili anlatımlarda yazar, karakterin ağzından anlatır yaşadıklarını. Bunu hepimiz biliyoruz edebiyat derslerinden. Siz, hiç, bir sabah uyanıp… diyormuşum! Yok canım o kadar karıştırmayacağım ortalığı:) Zira kitabı da bir sabah uyanıp değil iki matematik dersinin arasında okumaya başlamıştım… 

Daha doğmamış bir canın, kundakta kulağına ezan okunan bebeğin, tüm dünyası evinin dört duvarı ile bahçelerinin çitleri arası olan üç yaşındaki bir çocuğun, ilk defa babasıyla bayram namazına giden bir oğulun, hasta yatağında titrerken gözleriyle arkadaşını arayan bir dostun, sevdasını şelaleye saklayan bir âşığın; köyünü, köyünün aşağısındaki vadiyi, şelaleyi, arkadaşlarıyla eğleştiği sekiyi, köyün akciğeri meydanlığı ve yürek ile akıl görevlerini aynı anda üstlenen camiyi keşfeden bir kaşifin; eline silah verilen genç bir delikanlının, kızıl yıldızlı düşmanı saniyeler içinde yakmadan önce binlerce kez hayalinde öldüren mücahidin küçük ancak kelimelere sığmayan hikayesini böyle dinlemiş miydiniz? Dinlemiş miydiniz, diyorum çünkü kitap boyunca kapağı her açtığımda; boynunda can dostu Nurullah’ın, Rus’tan ganimet alıp ona verdiği silahı ile Seyyid Amad yanıma bağdaş kuruyor ve anlatıyordu… O anlattıkça ben, bir Cahit Zarifoğlu kalemi Savaş Ritimleri ile masamın rafında bakıştığım günleri, saatleri düşünerek pişmanlıkla kıvranıyordum.

Okurken hep bir özlem duydum içimde bir şeylere. Sabah’tan Yatsı’ya tüm vakitler ezan okunmadan en az bir yarım saat evvelden camide oluyor erkekler; sohbet ediyorlar, meseleleri istişare ediyorlar, abdest alıp ezanı bekliyorlar. Cemaatle kılıyorlar namazı ve sonraki vakitte tekrar namaza durana kadar köyün damarlarında ne dolaşması gerekiyorsa onu dolaştırıyorlar caminin içinde. İlk mücahidi camisi köyün. İshak Dedemaruf. İshak Dede. İshak Baba. İmam. Hoca. Komutan. Mihrapta tekbir, minberde cihat, meydanda şehadet. Torunu Nurullah, yetiştirdiği neslin pak ve parlak bir misali. Mehmed Emin, Musa, Muhammed İmad, Abdurrahman, Abdürrezzak ve diğerleri… Şelale gibi çağıldıyorlar Afgan’ın güzel toprağından. Kızıl yıldıza teslim etmiyorlar onu. Sahi, Seyyid Amad dedesinin evinde, elinde tüfeğiyle pusuya yatmışken avlamak için kafiri; on beş yaşında bile değildi, öyle değil mi? Ah çocuklar… Ah çocuklar… 

Ablalarım, der hep Seyyid. “Onlar taşıyorlar omzumuzdaki yükleri.” Ablalarının dünyası ondan da küçük: evin dört duvarı ve bahçe. Lakin diğer tarafta köyün damarları camide dolaşıyorsa ayakta durmasını sağlayan iskeleti de o evlerde; ablalarda, kız kardeşlerde ve analarda, ninelerin ellerinde, yüreklerinde örülüyordu. 

Dört yaşında bir çocuğun en büyük kıskançlığının arkadaşının abdest alınırken okunacak duaları biliyor olması olan; oyun olsun diye yapılan şeylerin yeri geldiğinde düşmana karşı koyma taktiği olduğu; komünist hainleri Müslüman isimleriyle anmaktan haya edilen; her yaş grubundan çocuğun kendisinden bir büyüklerin olduğu safa geçmek için heyecanla beklediği, kendisinden küçüklere de gururla usül erkan öğrettiği camileri olan bir diyar için şehadet; uzun bir sahneden fazlası olsa gerek. 

“Sen ne demek istiyorsun; biz bilmiyor muyuz, anlatamıyor muyuz şehadetin ne demek olduğunu!?” diyecekler varsa açıklayayım: burada anlatmak istediğim bizim şehadete verdiğimiz önem veya ona atfettiğimiz manalar değil. Elbette şehadet sahabeler zamanından beri her Müslümanın ulaşmak için birbiri ile yarış ettiği en şerefli makam. Bu marufumuzdur ve kat’idir. Ancak beni düşündüren, bu kutsal mefhumun görsel yapımlarımızda nasıl işlendiği ve aktarıldığıdır. 

“Ne yani sen yazsan/çeksen farklı bir şey mi yazacak/çekeceksin, bir dizi senaryosu ne şartlarda yazılıyor haberin var mı senin?”  Öncelikle öyle bir iddiam olmadı. Ben sadece gözlemimi anlattım. Ayrıca dizi senaryolarının nasıl yazıldığından az biraz haberim var diye düşünüyorum. Müthiş bir tempoda yetiştirilmesi gereken uzuuuuuun bölümler ve buna mukabil uzuuuuuun senaryolar. Bu uzunluktan yönetmenler, senaristler, oyuncular, izleyiciler herkes şikayetçi. Başlı başına sektörün en mühim problemlerinden. Burada önemli olan şey, televizyonda gördüğümüz her şeye göre göre alışıyor olmamız. “Yok canım neye alışmışız, gavur işi hepsi.” diyeceksiniz. Fakat ‘reytingler’ ortada (kurmayayım bir daha şöyle cümleler Allah aşkına, sıkılıyorum). Demek ki alışıyoruz. Size bir sır vereyim mi aslında işin ‘vizontelesi’ de burada. Varın siz düşünün sonrasını…

“Yukarıdaki metnin ana düşüncesini yazınız.” sorusuna (böyle sorulara sonunda soru eki olmadığı için haliyle soru işareti da koymazlar ama cevap verilmesi gerektiği için biz yine soru deriz ve bu nedense hep benim garibime gider) verilecek cevaba ise: ses olsun diye açsak bile alışmak istediğimiz şeyi görmeli kulaklarımız, yabancılaşacağımızı değil… minvalinde bir şeyler çiziktirebiliriz. Böylece şehit olmak için osmanlı zamanında yaşamak gerektiğini düşünmez çocuklarımız… 

O değil de sınavdan kaç alırız bu yazıyla sizce?

Hangi sınav mı?