11 Haziran 2023

Eski Bir Rüyamdı: Asya

Yazar: Emre OKYAY

Dağların, Atların, Yeşilin ve Aytmatov’un Ülkesinde

Beni kitaplarla tanıştıran, bana edebiyatı sevdiren ve üzerimde en çok hakkı olan isimlerden biri olan, dünya edebiyatının büyük kalemi Cengiz Aytmatov’un ziyaretini yıllardır hayal ediyordum. Kısmet bu ramazan ayına imiş. Bayrama dört gün kala Kırgızistan’a bilet aldım. Hem eserlerini defalarca okumuş olduğum Aytmatov’u ziyaret edecek olmanın, hem de ilk kez yurt dışına çıkacak olmanın verdiği heyecanla, dört buçuk saat süren uçak yolculuğun ardından Bişkek’e ulaştım. Manas Havalimanı merkeze araçla yirmi dakika mesafede. Ala Too Meydanı’na geldiğimde saat sabah beş buçuktu. Hava soğuk ve her yer kapalı olduğu için ana cadde üzerinde bir yöne doğru yürümeye başladım. Meydanın hemen yanındaki ormanda bir konsere şahit oldum. O kadar güzeldi ki, bir süre durup dinledim. Kuşların bu muhteşem sesleri, seyahatime müthiş bir başlangıç oldu. Ben yürürken ortalıkta sadece temizlik işçileri dolanıyor, zaten temiz görünen caddeleri temizleyerek vakit geçiriyorlardı. Gün içerisinde diğer yöne de yürüdüğümde şunu düşündüm; dünyada herhangi bir şehrin ana caddesi bundan daha uzun olamaz. Bir yönde yürürken dört adet minare fark ettim. Camiye ulaştığımda, ülkemiz tarafından Kırgız halkına bir kardeşlik nişanesi olarak hediye edildiğini öğrendim. Bu bilgi beni son derece memnun etti. Ardından yeniden meydana doğru yürümeye başladım. Hava artık aydınlanıyor ve kentin sakinleri sokaklarda görülüyordu. Bir kahvaltı salonuna girdim. Onlar da bizim poğaçalara benzeyen Samsa, Piroşki ve Kartoşka adında gıdalarla kahvaltı yapıyorlar. Samsa’nın içinde tavuk eti ve peynir var. İçi aşırı dolu olduğu için bitirmekte zorlanıyorsunuz. Çok lezzetli bir yiyecek, fakat benim bütün Kırgızistan gezim boyunca favori yemeğim Kartoşka oldu. Kendim de patatesli poğaça bağımlısı olduğum için yemek olarak onu tercih ettim. Bu bahsettiğim unlu gıdaların tadı çok güzel, lakin biraz yağlı olduğunu söylemeliyim. Kahvaltının ardından yürümeye devam ettim. Belki bunu birçok kez tekrar edeceğim ama bir gün yolunuz Bişkek’e düşerse, bu tekrarlarımın sebebini anlarsınız. Yürürken kendinizi bir şehirde değil de, bir ormanın içinde gibi hissediyorsunuz. Sanırım dünyanın en yeşil şehri burası. Şehir muhteşem bir mimariyle oluşturulmuş. Son derece geniş ve sonu görünmeyen caddeler, bu caddeler boyunca uzanan yeşil ağaçlar var. Evet şehir müthiş bir ferahlık sunuyor, fakat bununla beraber Sovyet ruhunun (ya da ruhsuzluğunun) binalara yansıdığını da görüyorsunuz. Şehirde neredeyse renkli bina yok. Binalar renksiz olduğu için yeşilin hakimiyeti daha da ön plana çıkmış. Meydana doğru giderken karşınıza bir sürü heykel çıkıyor. Zaten benim için Bişkek demek, ağaçlar ve heykeller şehri demek. Sayısını tahmin edemeyeceğim kadar heykelle karşılaştım. Özellikle Oak Park’ta birbirinden değişik bir sürü heykel var. Oak Park’ın girişinde, Kırgızların kadın kahramanlarından Kurmancan Datka’nın heykeli bulunuyor. Yazının yeterince uzun olduğunu düşünerek, burada yazacağım isimler hakkında ayrıntılı bilgi vermeyeceğim. Merak edenler araştırma yapabilir. Parkın ortasına geldiğinizde boydan boya uzanan bir lale bahçesi görüyorsunuz. Bu parkın bitiminde yeni ve uzun ağaçların olduğu yeni bir park başlıyor. Şehrin merkezinde evlerin ve yolların dışında her yere park yapılmış. Meydana geldiğimde aklımdan tamamen çıkmış olan çok güzel bir manzarayla karşılaştım. Ben meydanı incelerken askerlerin bayrak değişimine geldiğini gördüm. Bu anı YouTube videolarında izlemiştim. Bu anı görmek için bir plan yapmamıştım. Oldukça ilgi çekici ve enteresan gelen bayrak değişimini unutulmaz bir anı olarak videoya kaydettim. Bu etkileyici bayrak değişiminin ardından, hemen karşıda bulunan Aytmatov heykeline gittim. Burası şehir içi otobüslerinin ana durağı. Bişkek’te her nereye gidecekseniz buradan gideceksiniz. İşte bu durakların tam arkasında, üstadın ceketini sırtına atmış halde bir heykelini yapmışlar. Manas heykelinin tam karşısında Aytmatov heykeli. Eserlerini okuyanlar için oldukça manidar bir manzara. Ardından Zafer Anıtı’nı görmek için adres sormaya başladım. Aynı yaşlarda olduğum bir Kırgız bana eşlik etti. On beş dakikalık bir yürüyüşle anıta vardık. İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği acıları ve çekilen çileleri unutmamak için yapıldığı söyleniyor. Ortasında hiç sönmeyen bir ateş ve hemen ardında savaşa giden oğlunu bekleyen bir anne. Bu anıt hakkında yanlış bir şey yazmak istemediğim için kısa tutuyorum. Orada bulunan kişilerden de yeterli bilgi alamadım. Anıtın ortasında yanan ateşin etrafı evsizlerin evi olmuş. Fotoğraf çekilmek için izin istediğimde ev sahibini evinden kovuyormuş gibi hissettim. Kimse tek kelime etmeden kenara çekildi. Ben fotoğraf çekilirken onlar ateşin başına dönmek için bekliyorlardı. Neredeyse birbirinin aynı olan bakışların gözetimi altında, hızlıca birkaç fotoğraf çekildim. Ardından sebebini anlamadığım bir şekilde oradan uzaklaştık. Daha doğrusu bana eşlik eden arkadaş böyle yapmamızın uygun olacağını söyledi. Sen bilirsin dedim ve geri döndük. Yine bu arkadaşın yardımıyla Ata Beyit Mezarlığı’na gitmek için taksi bulmaya çalıştım. Bir taksici gidiş geliş 2000 som istedi. Bunun çok fazla olduğunu bildiğim için kabul etmedim. Gidiş geliş 1000 soma biriyle anlaştım.Yani turistlere sadece bizde fiyat farkı çekmiyorlar. Bence bu her yerde yaşanıyor. Ata Beyit, Bişkek’e yarım saatlik mesafede. Taksici arkadaş Türkiye’de birkaç ay yaşamış. Türkçe, Kırgızca ve İngilizce dilleriyle, zorlanarak da olsa sohbet ederek yolculuk yaptık. Ata Beyit’e girmeden önce sizi askerler karşılıyor. Pasaport ve araba kontrolü yaptıktan sonra geçmenize izin veriyorlar. Bu askerler girişte ve çıkışta kim olursa olsun selam duruyor. Bu da bir başka etkileyici görüntü. İlk olarak Aytmatov’un babası dahil, farklı ülkelerden 138 aydının kurşuna dizildiği yere geliyorsunuz. Buraya, Ata Beyit (Babalar Mezarlığı) ismini Cengiz Aytmatov veriyor. Bu isim Gün Olur Asra Bedel romanında geçer. Yani mezarlık bulunmadan on iki yıl kadar, belki de çok daha önce bulunmuş bir isim. Bu insanlar Stalin’e muhalif oldukları için burada kurşuna dizilip gömülüyorlar. Gömüldükleri yer bir kiremit fabrikası. Geceleri fabrikanın bekçiliğini yapan adam bu olaya şahit oluyor. Oluyor ama korkusundan bunu kimseye söyleyemiyor. Ölmeden önce kızına uygun zaman geldiğinde bunu yetkililere haber vermesini vasiyet ediyor. Sovyetler Birliği dağılır dağılmaz da kızı bunu yetkililere duyuruyor. Aytmatov’un ömrü boyunca süren baba mezarı arayışı da son buluyor. Bu aydınların az ilerisinde ise, dünya çapında bir başka aydın olan Cengiz Aytmatov’un kabri bulunuyor. Kabrinin hemen üstünde bir duvar var. Duvarda ise, Babalar Mezarlığı’na doğru düşünceli bir halde bakan Aytmatov portresi yapmışlar. Bir başka manidar görüntü daha. Anıtın içindeki her şey anlam yüklü diyebilirim. Kabir ziyaretlerinin ardından, mezarlığın içindeki küçük müzeyi gezdim. Mezardaki insanların üzerinden çıkan eşyaların ve onlara ait eğer varsa fotoğraflarının sergilendiği bir müze. Son derece etkili bir yer olduğunu söylemeliyim.

Hayattayken ziyaret etmeyi bütün kalbimle isterdim. Ama ben onu tanıdığımda öleli altı yıl olmuştu. Tanıştıktan dokuz yıl sonra ziyaret etmek nasip oldu. Bir daha buraya gelmek nasip olur mu bilmem. Gelemesem de, beni derinden etkileyen bu insanı ziyaret etmiş olmanın mutluluğunu hep hissedeceğim. Hayatım boyunca hakkında araştırma ve inceleme yapmaya devam edeceğim. Mezarlıktan ayrıldım ama ruhumdan bir şeyler kopup orada kaldı. Beni getiren taksici arkadaş benimle birlikte anıtı gezdi. Benim gibi size de garip gelecektir söylediğim. Senin sayende ben de burayı görmüş oldum, dedi bana. Şaka yaptığını düşündüm ama öyle değilmiş. Burada yaşamasına rağmen ilk kez bu anıtı ziyaret ediyormuş. Bunu duyunca epey bir üzüldüm. Birazda şaka yollu kızdığımı belli ettim tabii.

Şimdiki durağımız ise Aytmatov’un müze eviydi. Lakin işte burada bir sorunla karşılaştık. Bu eve sadece randevuyla ziyaret gerçekleştiriliyormuş. Aytmatov’un müze evi, Kırgızistan Başkanlık Kompleksi’nin içinde bulunuyor. Eve varır varmaz sizi askerler karşılıyor. Sağ olsun taksici arkadaş (bu şekilde hitap etmemi mazur görün, adını tam olarak hatırlayamıyorum) ne yaptı etti ve içeri girmemi sağladı. İlk olarak askerlere kimlik bilgilerimi verdim. Bu müze evi, üstadın oğlu Eldar Aytmatov idare ediyor. Fakat bugün o olmadığı için, Aytmatov’un yeğeni Destan Aytmatov bana eşlik etti. Yaklaşık kırk dakika boyunca bana bütün evi gezdirdi. Üstadın muhteşem kütüphanesinin de olduğu çalışma odasından gerçekten çok etkilendim. Yazarın romanlarını ve hikâyelerini yazdığı daktiloyu da masasının üzerinde görünce kendimi duygusallaşmaktan alamadım. Benim için unutulmaz olan bu ziyareti ziyareti fotoğraf ve videoyla kaydettim. Bana eşlik eden Destan Aytmatov ile yaptığımız güzel sohbetin ardından yeniden Bişkek’e doğru yürümeye başladım. Başkanlık Sarayı’nın etrafında bekleyen polisler pasaportumu kontrol etmek istediler. Polisler Türk pasaportunu görünce hemen tavır değiştirdi. Bişkek merkeze nasıl gideceğimi söyleyip iyi seyehatler dilediler. Merkeze vardığımda kendime kalacak bir yer aradım. Henüz öğlen olmasına rağmen hava değişikliğininde getirdiği etkiyle o kadar çok yorulmuşum ki yıllardır ilk kez ayaklarımın ağrıdığını hissettim. Kendime bir hostel bulup orada günü ve geceyi geçirdim. Sabah erkenden hostelden ayrıldım. Kahvaltı yapmak için meydandaki bir kafeye girdim. Kendime bir çay, bir de peynirli pide söyledim. Az sonra önüme camdan bir demlik çay koydular. Kırgızlar bizim gibi ince belli bardaklarda çay içmiyorlar (burada biraz mütevaziliğimizle övünelim). Çayı büyük fincanlarda içiyorlar. Söyleyeceğim size mübalağa gelecek belki ama hayatımda bu kadar güzel çay içmedim. Demlikten çıkan beş fincan çayı arka arkaya içtim. Ne bir şişkinlik oldu ne de bir rahatsızlık. Kahvaltının ardından Çolpon Ata’ya gitmek için otogara gittim. Servisten iner inmez hemen bir marşrutka buldum. Maşrutkayı buldum bulmasına ama araba dolana kadar iki saat beklemek zorunda kaldım. Ardından dağlardan ve alabildiğine yeşil ovalardan geçerek en az dört saat süren yolculuktan sonra Çolpon Ata’ya ulaştık. Balıkçı kasabasına geldiğinizde Isık Göl görünmeye başlıyor. Rengini görünce birden heyecanlanıyorsunuz. Kış aylarında etrafı buz gibi olduğu halde bu göl kesinlikle donmuyor. Yazın bizim Antalya neyse, burada da Isık Göl o. Hem yurt içinden hem de çevre ülkelerden insanlar buraya akın ediyor. Buraya gelmemin sebebi hem Isık Göl’ü görmek hem de ruh orda açık hava müzesini ziyaret etmek. Kırgızistan kültürüne dair hemen hemen her şeyi burada bulabilirsiniz. Bir saatten fazla süren gezimin ardından müzeden ayrıldım. Karnımı doyurmak için yakınlardaki bir restauranta girdim. Kırgızistan başta olmak üzere bütün Orta Asya’nın meşhur yemeklerinden olan Lagman yemeğini denedim. Eğer giderseniz mutlaka deneyin, son derece lezzetli. Yemeğin ardından yine bir marşrutka ile gece yolculuğu yaparak Bişkek’e geri döndüm. Gece aynı hostelde kaldıktan sonra sabah tekrar otogara gittim. Taksilerde marşrutkalarda Oş’a 2000 som istedi. Fiyatı duyunca biraz şokladım. Fakat daha sonra öğrendim ki en az on iki saatlik bir yolculuk olacakmış. Mesafeyi ve süreyi öğrenince biraz şoku atlattım. Bütçemi biraz daha çıkarlı hale getirmek için herkesle pazarlık yaptım ama kimse 1500 somu kabul etmedi. Nihayet marşrutkası olan bir abi beni kabul etti. Kabul etti etmesine ama saat ondan dörde kadar arabanın kalkmasını bekledim. Beni arabanın en arka üst koltuğuna oturttu. Kafam neredeyse tavana değecek kadar yakın. Arabanın camları filmliydi. Yolculuk esnasında bunun üzüntüsünü epey bir yaşadım. Yolculuğa başlamadan önce herkes elini açıp dua etmeye başladı. Aynı manzarayı Çolpon Ata aracında da görsem de tam olarak anlayamamıştım. Fakat şimdi anlıyorum ki burada yola çıkılmadan önce toplu halde dua ediliyor. En az benim kadar etkilenmiş olacak ki en önde oturan Slovenya’lı kadın gezgin de manzarayı seyre daldı. Bişkek’ten ayrıldıktan bir saat kadar sonra gerçek Kırgızistan’ı görmeye başlıyorsunuz. Bir gidiş bir de geliş olmak üzere çift şeritli bir yoldan gidiyorsunuz. O kadar yüksek dağların arasından geçiyorsunuz ki kendinizi sanki Himalayalarda yolculuk yapıyormuş gibi hissediyorsunuz. Belki bir saate yakın sürekli yukarı doğru tırmanıyorsunuz. Şoför o kadar tehlikeli kullanıyor ki, kesin kaza yapacağız diye düşünüyorum. Rakımın kaç olduğunu bilmiyorum, fakat yeşil bahar bahçelerinden, karla kaplı uçurumların olduğu dağlara geldiğimizi görüyorum. Yolda kalmış kaç tane tır gördüm sayamadım. Şoför virajda bir tırı geçmeye çalışınca korkum son raddeye ulaştı. Az kalsın korkudan arabayı durdurup inecektim. Kış aylarında bu yolda meydana gelen trafik kazalarını ve heyelanları düşünemiyorum. Manzara olarak güneşin batışına yakın bir zamana rastladığımız için, belki bir daha göremeyeceğim manzaralar gördüm. Bundan sonraki hayatımda Afganistan’a ya da Himalayalara gitmezsem, şüphesiz hayatımın en tehlikeli yolculuğu bu olacak. Camların filmli olduğunu ve en arkadaki yüksek koltuğa oturduğumu söylemiştim. Bu yüzden manzarayı görebilmek için sürekli kafamı aşağı doğru eğmek,gözlerimi ise yukarı doğru kaldırmak zorunda kaldım. Rakımın verdiği yüksekliğinde etkisiyle başıma çok ciddi bir ağrı girdi. Gözlerimi kapatıp biraz dinlenmek istedim. Gece saat on civarı beni uyandırdılar. Dağların arasında bir yerde mola verdik. Arabadan indiğimde baş ağrımın kesildiğini fark ettim. Mola verdikleri mekan bir balık restaurantı. Araçtaki bazı abilerle yolda biraz tanışıp muhabbet etmiştik. Beni masaya davet edip balık ısmarladılar. Biraz buradan biraz da Türkiye’den konuştuk. Depremde kaç insanımızın öldüğünü sordular. Elli binden fazla deyince, küçük bir şok yaşadılar. Mekanın hemen arkasından gürül gürül akan nehrin sesi çok etkileyiciydi. Bu arada biz mola yapıp yemeğimizi yerken, şoför kendine bir yer bulmuş uyuyordu. Molanın ardından dağların arasından yola devam ettik. Ben yolculuk esnasında uyumaya devam ettim. Arabanın içinden gelen çığlıklarla birkaç kere uyandığımı hatırlıyorum. Muhtemelen kaza atlatmış olacağız ki şoföre uyarı yapıyorlardı.

Yolculuk esnasında şoförün uykusu geldiğinde kenara çekip on dakika kadar duruyorduk. Bu durum iki kere tekrar etti. Sabah saat dört civarı yeniden mola verdik. Bu sefer çorba içtik. İçinde soğan, yeşil bir ot ve et olan güzel bir çorbaydı. Çorbanın ardından fincanlarda çayımızı içip muhabbet ettik. Tekrar yola çıktıktan sonra saat altı civarı Oş’a vardık. Şunu söylemeden geçemeyeceğim. Eğer bu tür yollarda tecrübeniz yoksa ve mideniz sağlam değilse, istifra yapacağınızı yüzde yüz garanti ederim size.

Yolculuğa çıkmadan önce şoförle 1500 soma anlaşmıştık. Fakat ben bu adamın mücadelesine hayran kaldığım için, cebimdeki 1800 somun tamamını ona verdim. Arabadan inip vedalaştığımızda benden aldığı paraları hiç saymadan cebine koydu. Arabadan iner inmez bir kenara çekilip oturdum. Sanki gece ağız burun dayak yemiş gibiydim. Neredeyse on dört saat yolculuk yapmışım. Biraz dinlendikten sonra şehrin merkezine doğru yürüdüm. Şehrin ana caddesine geldiğimde her yerin arabalarla dolu olduğunu gördüm.

Meydana doğru yürürken binlerce insanın bana doğru gelmekte olduğunu fark ettim. Bayram namazından çıkan cemaat evlerine dağılıyordu. Şehrin meydanına vardığımda müthiş bir manzarayla karşılaştım. Hintlisinden Pakistanlısına, Afganından Taciğine kadar birçok ülkeden insan meydanda toplanmıştı. Meğerse Kırgızistan’da adet böyleymiş.

Bütün halk bayram namazını şehrin meydanında toplanıp beraber kılarmış. Bu manzaradan gerçekten çok etkilendim. Fakat telefonumun şarjı bittiği için maalesef çekemedim. Meydanın az ilerisindeki küçük bir markette telefonu şarj etmeme izin verdiler. Telefonu şarja takalı yarım saat kadar olmuştu. Marketin önünde otururken elinde bir atmacayla bir adamın yan binaya girdiğini gördüm. Hemen yanına koşup fotoğraf çekmek için izin istedim. Tamam çek, dedi. Telefonu şarjdan çıkarıp fotoğraflarını çektim. Ardından yeniden meydana geri döndüm. Artık meydandaki herkes dağılmıştı. Biraz fotoğraf ve video çektim. Özellikle dünyanın en büyük heykellerinden biri olan Vladimir Lenin heykelini çektim. Lenin’in bunun kadar olmasa da, Bişkek’te de bir heykeli vardı. Açıkçası bunun hakkında soru sormaya çekindim. Buradaki asıl bulunma sebebim Aytmatov’un kaldığı evi ve okuduğu ilkokulu görmek. Kırgızistan seyahatimin belki de tek hayal kırıklığını da işte burada yaşadım. Ne polisler, ne taksiciler ne de halktan birisi bu yerleri biliyor. Tıpkı Bişkek’te olduğu gibi burada da taksici bir arkadaş bana yardım etmek için elinden geleni yaptı. Yaklaşık bir saat aramamıza rağmen adresi bulamadık. Bu durum beni çok üzdü. Fakat yapacak bir şey yok deyip gezime devam ettim. Taksici beni Oş’un meşhur Jayma Bazaar adlı bir yerine götürdü. Burası gerçekten muhteşem bir yer. Yanından coşkun bir şekilde akan nehrin hemen yanında bulunan bir festival alanı. Oş şehri Orta Asya’nın cenneti Fergana Vadisinde bulunuyor. Çevresi muhteşem bir yeşillik ve çok meşhur vadilerle dolu bir yer. Ben festival alanına girdiğimde aşırı bir kalabalık vardı. Aileler çocuklarıyla lunaparktaki oyun araçlarının etrafında eğleniyorlardı. Burada ikindi vaktine kadar zaman geçirdim. Öncelikle Oş şehrinin Bişkek’e göre çok daha kozmopolit olduğunu söylemeliyim. Çok fazla ülkeden insan burada yaşıyor. Sınırı olduğundan mıdır bilmem, Özbeklerin baskın azınlık olduğunu söylemeliyim. Bu bölge halkının aile bağlarının son derece kuvvetli olduğunu gördüm. Yirmi dört yirmi beş yaşında bekar kız ya da erkek görmek çok istisnai bir durum. Hatta o yaşta bir bayanı ya kucağında bebeğiyle ya da elini tuttuğu çocuğuyla görüyorsunuz. Kesinlikle her ailede en az üç çocuk var. Bu yüzden genç nüfus olarak potansiyeli çok yüksek bir ülke. Yetişkin kadın ve erkeklerin neredeyse tamamında altın dişler var. O kadar ki bazılarının tamamı altın diş. Buraya has bir kültür olsa gerek çünkü Bişkek’te böyle birşey görmedim. Bir ara yemek yemek için bir mekâna girdim. Yine ülkenin meşhur yemeklerinden biri olan şaşlık kebabı söyledim. Yanında şerbetle beraber müthiş lezzetli yenen bir yemek. Yemek yerken dikkatimi bir şey çekti. Mekandaki müşterilerin yüzde doksanı, çalışanların ise tamamı kadındı. Daha sonra biraz araştırma yaptığımda, erkeklerin yurt dışına çalışmaya gittiğini öğrendim. Bu yüzden kadınların işgücüne katılımı çok yüksek. Yemeğin ardından hem gün batımını izlemek, hem de buranın sembollerinden olan Süleyman Dağını ziyaret etmek için yola koyuldum. Yirmi dakikalık tırmanışın ardından bütün şehre hakim olan tepeye ulaşıyorsunuz. Ziyaret yerlerini gezip muhteşem gün batımını da izledikten sonra tekrar şehre döndüm. Saat on iki civarı havaalanına geçtim. Sabah altı buçuk uçağıyla da tekrar İstanbul’a döndüm. Kırgızistan bende çok güzel izlenimler bıraktı. Sadece doğal güzelliklerini görmek için yeniden seyehat etmek isterim. Bildiğim ama gidemediğim bir çok yer oldu. Özellikle kök börü oyununu izleyemediğim için epey üzüldüm. Bu muhteşem ülkeyi dört güne sığdırmak zaten mümkün değil. Diğer Orta Asya halkları gibi bu halk da İkinci Dünya Savaşı’nda çok büyük acılar yaşadı. Bu benim kendi kişisel izlenimim. Bazıları buna katılmayabilir, saygı duyarım. Kırgızlar dışarıdan bakınca oldukça donuk görünüyor. Biraz samimi olup muhabbet ettiğinizde ise son derece sıcakkanlı bir millet olduklarını anlıyorsunuz. Fakat bu sıcakkanlı milletin tebessümlerinde bile yaşanan o büyük acıların izlerini görebiliyorsunuz. Bunun bilincinde olduklarından mıdır bilmem, belki de bu yüzden az gülüyorlardır.

Bu yazıyı çok daha uzun ve ayrıntılı yazabilirdim. Elimden geldiğince kısa ve öz tutmaya gayret ettim. Fakat sanırım bu hâlde bile biraz uzun oldu. Yazmak istediğim ama aklıma gelmeyen şeyler de mutlaka olmuştur. Umarım okuyanı sıkmayan bir yazı olmuştur.