24 Ocak 2022

Evren Bir Pratik Camiası

Yazar: Hasret DUMAN

Ve İnsan Dünya’ya gönderildi. 

Şaşkın, meraklı gözlerle etrafında olup biteni çözmeye çalışıyordu.

Kendisine bahşedilen akıl sayesinde işittiklerine, gördüklerine ve hislerine yavaş yavaş mânâ katmaya başlamıştı. 

İnsan, merak etmeyi çok seviyordu, zira biliyordu ki merakı onu cevaplarına ulaştırıyordu. Gel zaman, git zaman. İnsan merak ettikçe daha çok sorgulamaya başladı bu kez.

Ona göre her şey mükemmel idi. Evrenin muazzam yaratılışı, birbirinden farklı varlıkların, gezegenlerin güzelliği ve işleyişi adeta büyülemişti kendisini. Her şey güllük gülistanlık geçerken kafasını kurcalayan tek bir nokta vardı;

Mesele şu ki, evrende tanık olduğu güzel seslerin, kokuların ve varlıkların özü ebedi değildi. 

Bu onun için büyük problem teşkil ediyordu. Gördüklerinin ebedi olmadığının kanaatine varan İnsan, aklında tek bir suâl ile cebelleşti.

“EBEDİ GÜZELLİK VE İYİLİK ASLINDA NEYDİ?”

Toprak mıydı, gökyüzü müydü, su muydu, yıldızlar ya da güneş miydi, yoksa yağmur mu? Ve dahası.

Fakat hayır, bu saydıklarım dünyaya, evrene aittiler.

Gerçek şu ki İnsan evrenin de bir sonu olacağını biliyordu.

Aklında deli gibi sualler hız kesmiyordu.

İNSAN: Peki her şey bitti mi, bu kadar mıydı?

Belki de güzel olan bütün duygu ve düşüncelerin özünü yanlış varlıklarda, olgularda aradık.

İnsan, güzelliğin, iyiliğin mânâsını kavramak için dünyaya gönderildiyse eğer, bu kadar güzelliğin, iyiliğin sahibi YÜCE olmalıydı.

                 Aşkı, sevgiyi, mutluluğu, duruluğu, saygıyı, saflığı, huzuru, kahkahayı, mutluluk gözyaşını, güzel kokuları ve daha niceleri.

Milyonlarca nimeti saymaya ömür yetmez velhasıl.

Bu nice sayısız nimeti aklettiğimizde, evet bu duygu, düşünceler, bu hissiyat asıl sahibine bağışlanmalıydı. 

Etrafımız muazzam bir nizam ile çevrili. Kimimizin kalbi, gözü bu nimetleri idrâk edecek kapasitede, kimimizse bu nimetlerden bihaber yaşayıp içinde bulunmuş olduğu yaşamın, hayatın diri yönünü keşfedemeden tek bir elveda nidasında bulurlar kendilerini.

Ve onlar gözyaşı içindedirler!

Zira bilirler ki bu vedalar asil vedalar değildi, güruh vedalardı! 

Zamanında İlâhi ve beşeri mefhumlarının arasındaki farkı, bağı idrâk edemeyişimiz ne yazık ki işin aslına, özüne ulaşmamızı otomatikman engellemiş oluyor. Doğru. Evet biz insanoğlu dünyaya gönderildik ve belirli bir yaş seviyesine ulaştıktan sonra akleden, sorgulayan, yaşayarak öğrenen varlıklar haline büründük.

O vakit bundan şunu çıkarabiliriz;

Biz dünyaya iyiyi ve güzeli aramaya geldik. Birbirimize bakarak, etrafı gözeterek, deneme yanılmayla fiziki ve duygusal olarak hemen hemen bütün güzelliğin ve iyiliğin şifresini kısmen çözmüş bulunsak da ne yazık ki fıtratımız gereği varlığını sürdüren O “elde edilmiş iyinin ve güzelin” ebedi olma arzusuyla seçimlerimiz hep geçici ruha mensup olabildi ancak.

Somut, iyinin ve güzelin ebedi olduklarına inanarak hep bir yanılgı peşinden sürüklendik, yürüdük, yaş aldık.

İnsan; YARATAN’ın muazzam öğretisiyle O’na ait olanı öğrenmeye geldiğinin bilincindeydi artık,

  Onun (insan) için her şey daha da mânâ içerikliydi. 

Kalp atışı bile daha bir mânâlı atıyordu. İnsan hayatta (evrende) olup biten bütün insansı çirkinliklere, nefrete, hülasa kötülüklere rağmen hep iyiyi ve doğruyu, güzeli aramanın peşinden koşuyordu artık. 

“PEKİ EBEDİ İYİNİN VE GÜZELİN SIRRI ÇÖZÜLMÜŞ MÜYDÜ?”

İNSAN: Ebedi iyinin ve güzelin sırrını tam manası ile çözemedim belki lakin beşeri iyilikte ve güzellikte İLAHİ güzelliğin, iyiliğin saklandığına artık inanıyorum. 

“BEN TOPRAKTAN, ETTEN, KEMİKTEN, KANDAN YARATILMIŞ BİR İNSAN…
DÜNYAYA İLÂHİ İYİLİĞİ VE GÜZELLİĞİ ARAMAYA GELDİM, YA SEN?”