25 Ocak 2022

Geçmiş Değil Bugün Gibi*

Yazar: Eylül Ayşe KAR

*İlhan Şeşen’in şarkısının sözüdür.

Katkılarından dolayı kardeşim Mehmet Akif’e teşekkür ederim.

Güzel bir ilkbahar günü, akşam güneşi pervazdan kitaplığa yansıyor. Uzun zamandır ilgilenemediğim kitaplarımın belki bir nebze olsun gönüllerini alabilmek umudu ile tozunu alırken en sevdiğin kitap olan Hafız Divanı’nın içinden bir fotoğraf, eskimiş döşemenin üzerine düşüyor. Güçlükle eğilip fotoğrafı alıyorum. Gözlerim fotoğrafı seçemiyor. Yakın gözlüğümü bulabilmek için sağ sola bakınıyorum. Sesini bir an olsun kapatmadığın pikabın yanında plaklara bakarken unuttuğumu hatırlıyorum. Gözlüğü takıyor ve pikabın tam yanında okuma köşen olan koltuğa oturuyorum. Sesin yankılanıyor kulağımda “Asaf, koltuğuma oturmasana orası benim köşem” Ah ne çok severdim seni kızdırmayı. Sırf o kızgın halini görebilmek için gelir otururdum o koltuğa. Bu sefer sadece kulağımda sesin var. Oysa ki ben seni görmek isterdim. Elimde duran fotoğrafı hatırlıyorum yeniden ve ona bakıyorum.

Fotoğrafı gördüğüm an sol yanımda bir yerde bilmediğim bir bağ kopuyor. Her şey en başa sarıyor. Elimde tuttuğum bu fotoğraf en az 50 yıllık. Sen, mavi yazmanla bana kocaman gülümseyerek bakıyorsun. Bu fotoğrafı ilk görüşüm. Ondan bu kendimi kaybedişim. Bu fotoğrafı çekildiğimiz o güne gidiyorum, üniversitenin ilk yılı, seninle okuldan çıkmış yürüyoruz. Sen utana sıkıla “Yoğun bir dönem geçirdik ve alnımızın akı ile de tamamladık. Bence bu anı ölümsüzleştirelim.” diyorsun. Ben o an ki mahcubiyetini fark ediyorum, hafifçe gülümseyip, dediğini onaylıyorum. İşte sadece 15 saniyede karar verip çektiğimiz o fotoğrafı şu an elimde tutuyorum. Biri 19 biri 20 yaşında iki genç, mahcup ve aşık gülümsemişiz kameraya. Senin gülüşün sanki aralık ayında mimoza ağaçları şenlenmiş gibi, en kanlı savaşları bitirmeye ant içmiş gibi güzel. Ah bu gülüşün. Yaralarımda çiçekler açtırıyor. Benim, heyecandan dudağım titremiş, ellerimi nereye koyacağımı bilememiş, cebime koymuşum. Oysa ellerimin en güzel yerinin ellerin olacağını daha keşfetmemişim, belli. Gözlerin ah gözlerin. Beni alıp Kaf dağına bırakan, oradan Galata Kulesi’ne çıkarıp Hezarfen ile tatlı tatlı gökyüzünde süzdüren, doğanın bütün asaletini barındırmışçasına parlayan bir çift yeşil göz. Kemanıma en güzel yay olmaya aday ikişer sıra kirpik. Gözlerine bakınca an duruyor ve ben bir ömür o anda asılı kalmak istiyorum. Gözlerinin içinde bütün çocuklar mutlu. Bayram sabahlarında bütün aileler birlikte.

Fotoğrafa öyle dalmışım ki bir yaş damlasının tam ortamıza düşmesi ile gerçek hayata geri dönüyorum. Fotoğrafa bilinmeyen bir zamanda dokunmuş olduğunu anımsayıp, parmak izlerini arar gibi inceliyorum ve parmak izlerinin orada bir yerde olduğunu bilmek ve bana değdiğini hissetmek, mutluluk veriyor. Sonra fotoğrafın arka tarafında senin el yazınla yazılmış kısa bir not olduğunu fark ediyorum. Yıllar sonra senden bir hoş seda duymanın rüyalarda bile imkansız olduğu bu zamanda, senden gelen iki satır yazının, kökleri çürümüş bu yaşlı çınara nasıl can suyu olduğunu bilemezsin. El yazın heyecanlanmama sebep oluyor, kalp atışlarım hızlanıyor.

“Gözlerin hala boncuk.
Gözlerin hala gülünce kısılan en güzel şiir.”

Bu sefer gözümden yaşlar damla damla değil de güz yağmurları gibi dökülmeye başlıyor. Yazdığın satırları 50-60 defa sesli ve sessiz defalarca okuyorum. Her okuyuşta sesin yeniden canlanıyor kulağımda. Demek diyorum, o kadar yazılar yazdığı hayatında bana da yazmış iki satır yazı. Gözleriyle seven kadından, şahsıma yazılmış iki satır yazı, değerli hissettiriyor ve beni alıp 20 yaşımdaki delikanlı çağıma götürüyor. Kendi kendime “Madem bana da yazmış bir şeyler, neden daha önce vermedi?” diye soruyorum.

Sanki eşsiz bir hazine bulmuş gibi fotoğrafı incelemeye devam ediyorum. Kurşun kalemle yazılmış, yıllardan dolayı silinmiş olan “Sayfa 269, H.D.” yazısını zorlukla fark ediyorum. Bu bir şifre. Eskiden, çok eskiden de bana böyle şifreler bırakırdı, hatırlıyorum. Ne zaman bir film izleyecek olsak, hangi filmi seçeceğime ancak şifreyi bulabilirsem izin verirdi. Yeniden fotoğraftaki şifreye bakıyorum, “Ah be güzelim, 40 yıllık kocan için bu şifre çok kolay oldu” diyorum ve gülümsüyorum. Bu cümleden sonra kahkahasını hissediyorum kulaklarımda ve 19 yaşındaki, içinde cenneti sakladığı gülümseyişi geliyor gözümün önüne. Şifreyi çözmek için kitaplığa yöneliyorum ve Hafız Divanı’nın 269. sayfasını açıyorum. Her okuduğu kitabın altını çizdiği gibi burada da altını çizdiği gazel bana gülümsüyor. Gazelin şerhi ise şöyle:

“Şimdilik ayrılık derdiyle baş başayız. Bilmem sonu nereye varır? Sensiz olunca sanki alemde nasibim ancak mihnet ve dert. Ey gönlümün huzuru sevgili, şimdilik gönlümün muradına erişmen mümkün değil. Sabırdan yüz çevirmemem daha iyi olur ya belki gönlümün muradını elde ederim.”

Çıkan satırları yıllar evvel de okumuştum. Dengemi sağlamakta güçlük çekiyor ve bedenimi yanımda duran sandalyeye yavaşça bırakıyorum. Evet 25 sene evvelki gibi bir gün. Sen kapıdan içeri gireiyorsun “Aaa yine bulmuşsun şifreyi, tebrik ederim ama lütfen aksiyon filmi seçme, izleyemiyorum biliyorsun.” diyorsun. Bense kahkaha atıyorum “Sen hiç merak etme, o iş bende güzelim ama filmden önce biraz yürüyüşe çıkalım mı?” Kabul ediyorsun ve dışarı çıkıyoruz. Yanılmıyorsam uzun zamandır gitmek istediğimiz çınar ormanına gidiyoruz. Arabayı her zamanki gibi sen kullanıyorsun. Radyoda en sevdiğim şarkı “Ali Ayşe’yi Seviyor” çalıyor. O sıra bana dönüp, “Sahiden Ali Ayşe’yi seviyor mu?” diye sorup, muzipçe gülümsüyorsun. “Sevmese herhalde yürek yemiş gibi herkesin göreceği şekilde mahalle meydanına sevdasını kazımazdı.” Diyorum. Sen hala Ali’nin Ayşe’yi sevmediğini iddia ediyorsun. Zaten sana göre İlyas da Asya’yı hiç sevmemişti. Bu kadar güzel severken, sevmeyi bu kadar güzel tanımlarken nasıl oluyor da bazı sevgileri küçümsüyorsun ya da o sevgilerin varlığına inanmıyorsun? Seni anlayamıyorum. Sana göre sevgi siyah ya da beyaz. Abartısız sessiz ama bir o kadar da derin. Bağırıp çağırmadan, kırıp dökmeden usul usul. Aynı kocaman sevgine rağmen yılda 2 santim büyüyen kaktüslerin gibi az ama devamlı, devamlı ama bol emekli. Sevmenin inceliklerini senden öğrendiğimi hatırlıyorum.

Bir bahar günü karahindibayı koparttığımda, gözlerimin içine dalıp, onun hikayesini anlattığın günü anımsıyorum. Sen benim en büyük öğreticim, hayatım boyunca tanıdığım en bilge ve entelektüel insan. Bana her yeni şeyi anlatırken gözlerinin içindeki heyecanın geçen yıllara rağmen hiç solmamasını sev(iyorum)dim. Beni bütün sıkıcılığıma rağmen seven, bıkmadan şiirler okuyan, hikayeler anlatan, filmler izleten sen. Sen beni bir halıyı rengârenk dokur gibi ilmek ilmek dokudun. Son halimi her gören bana hayran kaldı ama sen bir günden bir güne “O benim eserim.” demedin.  

Derinden gelen kapı zilinin sesini duyuyorum, bu ses beni ana geri döndürüyor. Saat 5, çöpleri almaya gelen kapıcı olmalı. Kapıyı açmıyorum. Kitapta altını çizdiğin satırları 25 sene evvel o gün okuduğumda, senin gülümseyerek “Vuslat günümüze armağan olsun” dediğini hatırlıyorum. Tabii o zamanlar vuslatımızın gerçekleştiğini sanan dünyalı bir gariptim ama şimdi zihnimdeki sis perdesi aralanıyor ve aslında vuslatımızın daha gerçekleşmediğini çok berrak bir şekilde görüyorum.

Sayfayı dikkatle incelediğimde aynı fotoğrafta olduğu gibi kurşun kalemle yazılmış ve silinmeye yüz tutmuş bir yazı olduğunu fark ediyorum. Yazıyı anlamak da çok zorlanıyorum ama sonunda “Çınar ormanındaki evimizde seni bekleyen bir şey var.” yazdığını görüyorum. Bizim çınar ormanında bir evimiz yok ki diye söyleniyorum kendi kendime ama sonra çınar ormanında gezintiye çıktığımız bir gün, ormanın en büyük çınar ağacının önünde durup, “Burası bizim evimiz.” dediğini hatırlıyorum. Yıllar var o ormana gitmeyeli. Kim bilir belki de kestiler evimizi, bir eve masa yaptılar ya da başka bir eve çatı ya da başka bir yuvaya ev. “Evimiz yok olduysa, o zaman ya beni bekleyen efsunlu hediyeye bir ömür ulaşamazsam ne olacak?” diye kendi kendime konuştuğumu fark ediyorum. Sonra korkunun ecele faydasının olmadığını yaşayıp deneyimlemiş biri olarak anahtarları alıp, içimde tatlı bir heyecanla yola çıkıyorum. Sanki o ihtiyar gidiyor, yerine 20 yaşındaki delikanlı geliyor halime ben bile şaşıyorum. Radyoda bu sefer senin sevdiğin türkü çalıyor

Yar deyince kalem elden düşüyor
Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor
Lambada titreyen alev üşüyor, üşüyor
Aşk kâğıda yazılmıyor Mihriban

Bu sefer türkü daha anlamlı geliyor. Anlıyorum bunca sene neden bana bir şeyler yazamadığını, yazmadığını. Bir anda içimde sana küsen çocuk, pamuk şeker yemeye başlıyor. Onun keyifli hali ile ben de türküye eşlik etmeye başlıyorum. Yolun ne kadar uzun olduğunu fark ediyorum. Şans bu ya; seninle ilk kez karşılaştığımız durağın önünde kırmızı ışığa denk geliyorum. Sanki oradasın ve yüzünün nuru umudumu kaybettiğim en karanlık anda tünelin sonunda gördüğüm ışık gibi parlıyor yüzüme. Sonra o güne gidiyorum. O gün bana sakalar gibi cıvıldayan neşeli sesinle “günaydın” demeseydin, manalı manalı gözlerimin içine bakmasaydın, kocaman gülümsemeseydin sadece dursaydın, ben seni uzun uzun seyretseydim yine de bilirdim, sen bu dünyaya ait değilsin; masallar diyarından gelmiş bir perisin ve bir gün yurduna geri döneceksin. Ama sen konuştun, beni insanların da perileri görebildiğine inandırdın. Görüyor musun bendeki kaderi, hiç tanımadığım bir kadın, bir bakışla bir gülüşüyle benim sahipsiz, kırgın, emelsiz yüreğimi alıp içine aşk korunu koyup yerine geri koymuştu. Artık anlamıştım, ondan ayrılmak iki cihanda da bana haramdı.

Korna sesleriyle irkildim, meğer yeşil ışık çoktan yanmış ama ben o anın büyüsüyle ışığın farkına bile varmamışım. Gençliğimizi ve hatıralarımızı durakta bırakıp efsunlu yolculuğuma devam ediyorum. Ormanın yeşili gözüküyor. Çok şükür bu ormanı kesmemişler. Heyecandan nefesim kuruyor. Ormanın içinde evimizi bulmak için biraz yürüyorum. Evet evet buldum işte buradasın, canım evimiz. Ağacın büyüklüğünü görünce ne kadar uzun zamandır bu cennete gelmediğimi, fark ediyorum. Bakayım benim efsunlu hediyem nerede? Bence, her zaman sofra bezimizi ve bardaklarımızı koyduğumuz ağaç kovuğunda olmalı. Ağaç kovuğuna yöneliyorum, bir poşet buluyorum orada için dolu. Zorlukla çıkartıyorum oradan. Heyecanla açıyorum. İçinde bir sofra bezi, bir kavanozun içinde en sevdiğimiz meyvenin kurumuş hali ve kilitli kıpkırmızı, demirden bir kutu. Sofra bezimi seriyorum, kavanozun kapağını açıyorum. Meyveler hala ilk gün ki gibi taze, mis gibi kokuyor etraf. Kutunun kilidini bir taş ile kırıyorum.

Kutunun iç kapağının üzerinde arabada dinlediğim türkünün sözleri yazıyor.

Yar deyince kalem elden düşüyor
Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor
Lambada titreyen alev üşüyor, üşüyor
Aşk kâğıda yazılmıyor Mihriban

İçi de dışı gibi kırmızı renk bir kadifeyle kaplı, yıllar boyunca bize dair her şeyi ama her şeyi bu kutuda biriktirmiş. Anlılarımızın tamamına yakınını küçük küçük şiirler gibi kaleme almış ve cam mantar şişelere koymuş. Bazı fotoğrafları da bırakmış içine, ilk doğum günümüz, düğünümüz, ilk yurtdışı tatilimiz, Neva’nın doğduğu gün, doktora tezini savunduğu gün, Ömer’in sünneti, genel müdür olduğum gün, Neva’nın anne olduğu gün, Ömer’in düğün günü ve son aile fotoğrafımızı.

En altta bir defter. O da kırmızı. Kapağını açıyorum onun el yazısıyla yazılmış satırlar bana gülümsüyor. İstemsizce ağlıyorum, çünkü elimde efsunlu bir hazine tuttuğumun farkındayım. Satırlar şöyle başlıyor;

“Yemek masasının üzerine bir inek düştü” diye başlayan ve saçma sapan olayların başıma geldiği bir hikayem yok benim. Ben de senin gibi aşık oldum ve bu hikayemi gönlümde en gizli kalmış hali ile sevdiğim adama anlatmak istiyorum. Olur da bir gün seninle bu satırlarda gözlerimiz buluşursa bilesin ki sevdayı en iyi biz biliriz. Yalnız değilsin, yalnız değilsin ben hep senin sol yanındayım, her baktığında göreceksin. Gel, şimdi seni o her şeyin başladığı dillere destan güne götüreyim. O sabah içimde garip bir hisle uyanmıştım ve günün ilerleyen saatlerinde fark ettim ki hislerim beni yanıltmamış. Ruh eşim olan sen canlı kanlı tam karşımda duruyorsun. Sakalların, ah sakalların ve badem gibi boncuk gözlerin. Şair olsam en güzel mısralarımı sana ve boncuk gözlerine yazmak isterdim. O gün orada seni görünce anlamıştım hayatımda yeni bir dönem başladığını ve sensiz nefes almanın bana haram olduğunu.”

Daha fazla okuyacak gücü kendimde bulamadığım için efsunlu kitabımı daha sonra okumak üzere kapattım. Satırlarını okurken ruhun geldi bana sarıldı ve içimde bilmediğim bir yerde çiçekler açtırdı. Göğümdeki kara bulutlar yerini dev pamuklara ve masmavi renge bıraktı.

Hani hep “Bana çok güzel baktığın halde neden uzun uzun bakamıyorsun.” derdin ya. Ne haddime Allah’ın özenerek yarattığı şahesere utanmazca uzun uzun bakmak. Sen zaten benim içime öyle nüfuz ettin ki ben sana bakmazken bile hep baktım? Ben seni hep sol yanımda taşıdım. Bir kez daha anladım ki hiç gitmemiş hep var gibisin. Geçmişteyim bugün gibi yaşıyorum hala seni.