1 Ocak 2024

Kazakistan Notları

Yazar: Emre OKYAY

Orta Asya’ya ikinci, Kazakistan’a ise ilk seyahatimi uzun zamandır planlıyordum. Bütçeme uygun uçak seferlerini daimi olarak takip halindeydim. Nihayet 17 Ekim’de ucuz bir bilet bulabildim. İstanbul’dan Astana’ya yolculuk dört buçuk saat civarı sürüyor. Havaalanından merkeze otobüsler var. Astana, ülkenin ekseriyetinde olduğu gibi dümdüz bir şehir. Otobüste merkeze doğru yol alırken güneş ufukta yüzünü göstermeye başlamıştı. Şehrin dışındaki yoldan ilerlerken güneş gökdelenlerin arasında bir görünüp bir kayboluyor. Erkenden işine gitmek için otobüsü tıka basa dolduran insanların yüzü güneş ışığıyla bir aydınlanıyor bir kararıyordu. Şehir merkezinde inip turuma başladım. Yeni sayılabilecek bir şehir olduğu için her taraf yeni binalar ve gökdelenlerle dolu. Eğer cumhurbaşkanlığı sarayı ve opera binasını saymazsak insanı etkileyebilecek bir yapı yok diyebilirim. Fakat yine de şehrin dizaynı insanın hoşuna gitmiyor değil. Şehir kurmayı iyi bildiklerini söyleyebilirim (Şehrin planı Japon mimar Kisho Kurokowa tarafından tasarlanmış). Türkistan bölgesindeki neredeyse bütün büyük şehirlerde olduğu gibi burada da caddeler ve yollar insanı müthiş etkiliyor. Trafik özellikle sabahları çok yoğun lakin akıcı bir halde olduğu için hiçbir keşmekeşe rastlamadım. Aslında Astana’ya gelme amacım burayı görmek değildi. Ülke hakkında uzun zamandır araştırma yaptığım için burada görülecek bir şey olmadığını biliyordum. Asıl maksadım buradan trenle Semey’e gitmekti. Nitekim şehrin merkezinde epey bir yürüdükten sonra tren garına gidip akşam yedi trenine bilet aldım. Tren garını görünce trenin bu bölge için nasıl bir anlam ifade ettiğini daha iyi anlıyorsunuz. Söylediğim şeyin asıl mahiyetini yazımın ilerleyen safhalarında sizlerde idrak edeceksiniz zaten fakat şu anektodu peşinen sizinle paylaşmak istiyorum:

Kazakistan’da, “Tren = Hayat” demek. Akşama kadar vaktim vardı. Bu yüzden yorgunluğumu ve uykusuzluğumu biraz giderebilmek için birkaç saat uyudum. Uyandıktan sonra gördüm ki öğleden sonra bomboş olan gar, akşama doğru hıncahınç dolu bir haldeydi. Tren geldiğinde yüzlerce insan aynı anda hareketlendi. Bu kalabalığın sebebini treni görünce daha iyi anladım. En az yirmi vagondan oluşan, hayatımda gördüğüm belki de en uzun trendi bu. Kazakistan’da en kaliteli, binaenaleyh en pahalı trenler gece yolculuğu yapan yataklı trenler. Dokuz numaralı vagondaki kendi kompartmanıma yerleştim. Dört kişilik kompartmanda benden başka kimse yoktu. Biraz sonra bu duruma sevineceğimden habersiz, trenin hareket etmesiyle birlikte yaklaşık üç bin kilometre sürecek tren yolculuğum başlamış oldu. Şimdi size neden sevinecek olduğumun, benim için unutulmaz bir izlenim olan ve eğer bir gün size de bu yolculuğu yapmak nasip olursa unutulmaz bir anı olarak kalacak tecrübemi aktarayım. Trenin hareket etmesinden yarım saat kadar sonra bozkırda yol almaya başlıyorsunuz. Etrafta, eğer yandaki kompartmanın ışığı açık değilse neredeyse hiç ışık olmuyor. Bu durumun tezahürü olarak sizi muhteşem bir görsel şölen karşılıyor. Daha önce Nemrut Dağı’nda çıplak gözle yıldızları izlemiştim fakat buradaki kadar heyecanlandığımı hatırlamıyorum. Arada cam olmasına rağmen yıldızların muhteşem manzarası karşısında dumura uğruyorsunuz. Yaklaşık iki saat boyunca, daha doğrusu boynum ve gözlerim yorulana kadar manzarayı izledim. On dakikada bir yanınızdan süratle geçen trenler ve ara sıra kayan yıldızlar dışında bir değişiklik olmuyor. Buraya gelirken böyle bir şey yaşayabileceğimi hiç tahmin edemezdim. İnsanı en çok iradesi dışında gelişen güzellikler mutlu ediyor. Az önce ne demek istediğimin şimdi anlaşıldığını düşünüyorum. İnşallah bu tecrübeyi yaşamak size de nasip olur.

Yolun yarısında kompartmana gelen iki kişiyle birlikte sabah yedi buçukta Semey’e vardık. İner inmez Almati’ye gidecek gece trenine bilet aldım. Ardından yaklaşık bir saat kadar yürüyerek Dostoyevski’nin kendi yaşadığı dönemde evi olan, şu an ise müze olarak kullanılan yapıyı görmeye gittim. Büyük usta Sibirya sürgününün ikinci devrini burada geçirmiş. İlk evliliğini burada yapmış. İlk sara krizini de burada geçirdiği söyleniyor. Suç ve Ceza’yı da ilk kez burada öykü olarak yazmış. Yani romana dönüşmesi ilerleyen yıllarda olmuş. Bazı kaynaklarda da yazarın hayatının en güzel zamanlarını burada geçirdiği yazıyor. Evinin bahçesiyle uğraşmayı ve İrtiş Nehri’nin kenarında yürümeyi çok severmiş. Bu nehrin kenarında yürümek bana da nasip oldu. Oldukça heybetli fakat son derece sakin akan bir nehir.
Etrafı sonbahara teslim olmuş büyük ağaçlarla dolu, yanındaki uzun yürüyüş yolu boyunca insanı dünyadan soyutlayan muhteşem bir doğaya sahip bir nehir. Hülasa tefekkür etmek ve derinleşmek için emsalsiz bir yer. Yani Dostoyevski’yi Dostoyevski yapan yer burası diyebilirim. Ölüler Evinden Anılar kitabı da zaten burada yaşadığı izlenimlerin bir tezahürü. Burası ülkenin kuzeydoğusunda kaldığı için gelmek pek kolay değil fakat buraya yolunuz düşerse, hele bir de sonbaharda gelirseniz bu nehrin kenarında yürümeyi sakın unutmayın. Müzeyi ve şehri gezip Dostoyevski’yle ilgili unutulmaz hatıralar edindikten sonra tren garına gittim. Maalesef bu defa kompartman doluydu. Bu yüzden yirmi saat civarı süren yolculuk boyunca genellike uyudum. Ertesi gün sekize doğru inip doğruca hostele gittim. Sabah erkenden şehri gezmeye başladım. Yazım yeterince uzun olduğu için bu kısmı olabildiğince kısa yazmaya çalışacağım. Görülmesi gereken yerleri gördüm ve size en çok görülmesi gereken yer olan Panfilov parkını anlatacağım. Eski Sovyet şehirlerinin çoğunda olduğu gibi burada da ikinci dünya savaşı anısına yapılmış bir anıt var. Özellikle burada, Nazi askerlerinin ilerleyişini durduran bir grup askerin muhteşem bir heykelini yapmışlar. Önlerinde ise tıpkı Bişkek’te gördüğümün aynısı olan, anıtın içinden yükselen bir alev var. Bu alanın içinde bir kaç adet daha anıt heykel bulunuyor. Diğer taraftaki meydanda ise, ülkedeki seyahatim boyunca belki de en güzel anlarımı yaşadığım meydan bulunuyor. Yükseliş katedralini görmek için gittiğim yerde biraz soluklanmak için bir banka oturdum. Oturduğum bu banktan bir saatten ziyade kalkamadım. Sol tarafta şaşırtıcı mimarisiyle yükseliş katedrali, önümde çocuklarıyla güvercinlere yem veren ve ara sıra onları küçük boy midilli atlara bindirip gezdiren onlarca aile, dört bir yanda hafif rüzgarda bile yağmur gibi yağan yapraklardan müteşekkil muhteşem bir manzaranın içindeydim. Bu yazıyı yazarken bile kendimi mutlu hissettim. Varın oradaki halimi siz tahayyül edin… Dünyada Almati kadar güzel çok az şehir olduğunu düşünüyorum. Hele bir de Astana gibi tamamen beton olan başkenti gördükten sonra burası bir şehir değil de ormanmış gibi hissediyorsunuz. Özellikle şu uyarıyı yapmak gereği duyuyorum: Şehirdeki caddeler ve yollar birbirinin aynısı olduğu için tek başına gezen birinin kaybolma ihtimali epey yüksek. Bu yüzden orada kullanılan navigasyon sistemini telefonunuza indirmeniz seyahatinizi kolaylaştıracaktır. Buradaki gezimi tamamladıktan sonra aynı gün gece treniyle Türkistan yolculuğum başladı. Ertesi gün beş civarı şehre vardım. Önceki seferlerden çok daha fazla olarak her yerde başıboş gezen develer ve atlar gördüm. Ben tren yolculuğumu hep ülkenin sınıra yakın yerlerinde yaptım. Bu halde bile bu kadar başıboş hayvan gördüysem eğer, devasa iç bölgesindeki hayvan sayısını milyonlarca olduğunu düşünüyorum. Türkistan’da Hoca Ahmet Yesevi hazretlerinin kabrini ziyaret ettim. Fotoğraf ve videolardakinden çok daha muhteşem olduğunu söylemeliyim. Daha beş yüz metre ilerden heyecanlanmanıza neden olan bir yapı. Dibine vardığınızda ise gözlerinizi kendisine esir eden bir etkiye sahip. Videoda izlemekle bizzat görmek arasında ne kadar büyük bir fark olduğunu bu eseri görünce daha iyi anlıyorsunuz. Şüphesiz ülkedeki en güzel yer burası. Fakat maalesef bazı gerçekleri de yazmadan geçemeyeceğim. Yapının karşısına şimdiye kadar gördüğüm kesinlikle en güzel alışveriş merkezini inşa etmişler. Yani burası bir kompleks halini almış. Ziyareti gerçekleştirdikten sonra burayı da gezmeden edemiyorsunuz. İşin insanı üzen fakat maalesef realite olan kısmı işte burası. Kabrin üzerine inşa edilen türbe ve içinde bulunduğu kompleks mezarın gölgede kalmasına neden olmuş. Zira yapı ve kompleks o kadar muhteşem ki, mezar ziyareti en fazla on beş dakika sürerken kompleksi saatlerce gezebiliyorsunuz. Hatta o gün şehirden ayrılma planı yaptığım halde yapının etkisinden dolayı bir gün daha kaldım. Hoca Ahmet Yesevi hazretlerinin ne kadar büyük bir tasavvuf önderi olduğu ve Anadolu’ya olan etkisini hepimiz biliyoruz. Türbeyi yaptıran Timur ve o zaman yaşayan halk için ne kadar değerli olduğunu yapının kendisi zaten söylüyor. Yarım kaldığı halde bile bu kadar etkili olan bir yapının tam halinin neler getireceğini tahmin etmek zor. Bunları yazmakla varmak istediğim sonuç şuydu: Eğer bu kabre böyle bir türbe yapılmamış olsaydı buraya gelenlerin yüzde doksanı buraya uğramayacaktı. İşte burada niyetin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anlıyoruz. Eğer siz gerçekten bu büyük zatı ziyaret etmek niyetiyle geliyorsanız buradaki kompleksin güzelliği sizin için bir lütuf oluyor. Fakat emsalsiz mimari bir yapıyı görmek için geliyorsanız zaten nasipsizsiniz demektir.

Görüldüğü gibi ben buranın bir turizm, yani ticari amaçla dizayn edilmiş olmasına karşı değilim. Aksine bunun bölge halkı için ne kadar elzem olduğunu bizzat tecrübe ettim. Ben sadece özellikle buraya gelirken niyetin önemli olduğunu sizlere belirtmek istedim. Bunların dışında ülke hakkında söylemek istediğim bazı şeyler daha var. Kazakistan coğrafyası bizim üç katımızdan daha büyük. Fakat ne yazık ki nüfusu sadece yirmi milyon. Bugün dünyanın en kalabalık ülkelerinden biri olabilecek olan bu ülke, on yolda iki kere tekrar eden büyük kıtlıklar sonucunda halkının neredeyse yarısını kaybetti. Kasten yapılan kıtlıklara ayrıntılı girmek istemiyorum yoksa yazı uzayacaktır. Halkın bugünkü durumunun ise ekseriyetle iyi olduğunu söyleyebilirim.

Ülkede her yere trenle gidebilirsiniz. Bu yüzden trenler halk için ciddi geçim kaynağı. Ben ülkedeki trenlere “Ayaklı Pazar” ismini verdim. Trenin durduğu istasyonlarda yapılan alışveriş bir yana, hareket halindeyken yapılan bir yana. Gıda, tekstil, hırdavat vesaire gibi birçok ihtiyacınızı sürekli kapınızın önünden geçen seyyar satıcılardan giderebiliyorsunuz. Yani yolculuk esnasında ihtiyaç eksikliği yaşamıyorsunuz. Ülkede herhangi biriyle Türkçe konuşarak anlaşmak pek mümkün değil.

İngilizcenin de geçerliliği pek yok. Rusça ise anadilleriyle aynı konumda diyebilirim. Bu yüzden yardıma ihtiyaç duymadan gezebilirseniz böyle bir sorunla da karşılaşmamış olursunuz. Umarım ülke hakkında biraz olsun bilgi edinmenizi sağlayan ve sıkılmadığınız bir yazı olmuştur.