29 Kasım 2023

Zeytin Ağaçlarına Kavuşmak

Yazar: Hatice Hazal GÖKÇİMEN

Siz de, karşınızda, toprağına yaklaştıkça tomurcuk açan bir gülün, ömrünün en hakikatli tekamülüne şahit olsaydınız; elbet gözlerinize inanamazdınız! 

Kollarımın arasında titreyerek trene binen, o olamazdı… Ardımızda bıraktığımız her milde bir perde daha aydınlanıyordu yüzü. 

Neden?.. Diye sordum kendi kendime. 

Neden kopardınız onu vatanından?..

Sonra hatırıma; yıllar önce on yaşında bir kız çocuğunun, babasının dostuna çektiği telgraf geldi:

“Sizden başka kimseye yazamazdım…” Annesini ahirete uğurlayarak mücahedeyi doğar doğmaz tanımıştı Zehra. Geceleri uyurken açılan battaniyesi cenneten örtülen çocuklardandı o da. 

Öksüz yüreğimden babasını da almıştı bu zalim cihan fakat hatasını telafi etmek için onu, kendi kızı gibi sevip büyütecek, yetiştirecek bir babanın hanesine götürmüştü. O baba, dostunun emaneti Zehra’yı nadide bir çiçek gibi üstüne titreyerek büyütmüş; karanlıkların içinde aydınlığa vesile olsun için yetiştirmişti. Zehra ise mağrur bir gül gibi sessizce ve yüreğinde ana bildiği memleketinin, babasını bıraktığı toprakların özlemini çekerek büyümüştü. O artık İstanbul sokaklarının mahir muharriresiydi. Yazıları insanın kalbine ve zihnine bir hançer gibi saplanırdı. Çünkü uzaklardan, vatanından gelen rüzgarlar taşırdı ona kelimeleri. Bab-ı Ali’de onu ilk gördüğümde benim aksime silahla değil kalemle savaştığına duruşundan şahit olmuştum. Direnişinde hasretin sabrı yüklüydü Zehra’nın. 

O, vuslat düşüyle yaşadı her ânını. Nerden bilecekti, nasıl bilebilirdi ki vuslat; ne ona ne de topraklarına uzun yıllar uğramayacaktı…

Artık çok az bir zaman kalmıştı. Yolculuk onu hiç yormamış aksine dinçleştirmişti. Yol boyu çocukluğunu anlattı. Zeytin bahçelerini, adaçayı kokularını, limon çiçeklerini… 

Kaderi, bir sürgün vesilesiyle de olsa vatanına götürüyordu onu. Peki o içinde yaşadığı sayısız ve tarifsiz duygulardan, trenden indiğimizde bizi neyin bekleyeceğini hiç düşünebilmiş miydi? Bilgi sahibi olması gereken bendim ancak ev sahibi oydu… Usulca sordum:

“Vardığımızda ne yapacağız?” 

Gülümsedi, ekledim:

“Yani, namazdan sonra?..” Başörtüsünü sıyırarak koynundan bir kolye çıkardı. Eski bir anahtar… 

“Bu nedir?” diye sordum şaşkınlıkla. Bunca zaman niçin görmemiştim… 

Gülümsedi. Yol boyu şevkle konuşan Zehra gitmiş, beni sükût dolu suallerle baş başa bırakmıştı. Anahtarı okşayıp tekrar örtüsünün içine gizledi. 

Uzun bir yolculuktan sonra Eski Belde’ye vardık. Zehra, on yaşında çıktığı kapıdan girdi şehre. Hâlâ susuyordu. Gözlerindeki ışıltı, eski bir dostu arar gibiydi. Her sokağı, her sokaktaki her taşı ezbere biliyordu da hiç tereddütsüz yürüdü, yürüdü. 

Yürüdü; sokaklar tanıdı, taşlar tanıdı onu. Yürüdü; kuşlar, bulutlar tanıdı onu. Yürüdü; sesler, kokular tanıdı onu. Ve yürüdü; kapı tanıdı, Mescid tanıdı onu. 

Secdeye vardığında ruhunu Allah’a eslim etti sandım. Yanılmadım…

O, annesi, babası ve tüm Zehra’lar, Yasin’ler, Fatma’lar, Ahmed’ler bu Mescid için; bu şehir için, bu vatan için daha doğmadan teslim etmişlerdi ruhlarını Allah’a… 

Yine ezbere sıraladı sokakları. Eliyle kapısını örtmüş gibi durdu bir evin önünde. Boynundan çıkardı anahtarı, kapıdaki kilidi açtı. Açıldı kapı, Zehra’nın on altı yıldır yüreğinde taşıdığı anahtarla. Bu ev onundu çünkü. Esther’in, Kelia’nın, Levona’nın değil; Zehra’nın eviydi. 

Eve girecekken arkamızdan asırlık bir ses işittik:

“Zehra, sen misin kızım?” Merakla sese döndük. Yüz yaşını aşmış fakat hâlâ dimdik bir çınar gibiydi sesin sahibi. Zehra ona yaklaştı:

“Benim, Abdullah Amca.” İhtiyar çınarın gözleri yaşardı:

“Döndün demek…”

Abdullah Amca, kendini bildi bileli Mescid’in muhafızlarındandı. Siz, nöbetin yeni mi başladığını sandınız? 67’den beri, mi diyordunuz yoksa? 48 de mi olabilirdi? Yanıldınız, burada asırlık çınarların ömürleriyle sayılır kutsal nöbetin vakti… 

***

Zehra, bindiği trende mil mil kavuşmaya yaklaştığı memleketinin başına gelecekleri bilir miydi? Bilir miydi güllerin koparılacağını? Abdullah Amca’nın bir işgalci tarafından öldürüleceği hangimizin aklına gelirdi? Peki bilir miydi onu tanıyan kapıların artık kendisini göremeyeceğini çünkü kapıların kara gölgelerle kapatılacağını… Sokakları ezbere geçemeyeceğini, asker dolu sokaklardan yolunu çevirmek zorunda kalacağını bilir miydi? Bilir miydi evimizi yıkacaklarını ve bizim her seferinde onu yeniden inşa edeceğimizi? Vatanını yüksek duvarlarla böleceklerini bilir miydi? Daha doğmadan ruhunu toprakları için Allah’a teslim eden çocukların, özgürlük şarkıları söylerken katledileceğine tüm dünyanın şahit olacağını fakat sadece şahit olacağını, bilir miydi? Zehra; bilir miydi cihanın en ağır cürümlerine, telgraftan bir asır sonra sessiz kalabileceğini insanların? 

Bilemezdi, öğrettiler. Zehra, bir gülde koparılacak kaç yaprak olduğunu öğrendi. Arzda ve arşta ne kadar cürüm varsa hepsini öğrendi Zehra… 

Ya nihayetinde ne oldu, derseniz:

Secdeye vardı Zehra; kontrol noktasında saatlerce beklemeden, tutuklanmadan, askerlerle mücadele etmeden, işkenceye maruz kalmadan, ölmeden gidebileceği tek yere…

 

Not: Bu cümleyi buraya nasıl ekleyeceğimi bilemedim o yüzden derste hocaların da anlatıma nasıl ekleyeceklerini bilemedikleri yerler için kullandıkları o ibare (not) ile Zehra’nın ve benim dostum Sümeyye’ye, karakterlerime karşı harfleri harp düzenine soktuğum zamanlarda kendime gelmemi sağladığı için müteşekkir olduğumu söylüyor ve çekiliyorum efenim.