18 Şubat 2024

Bir Zamanlar Ben

Yazar: Bilal YILDIRIM

Orta yaşlı, buğday benizli, zayıf, kahverengi şalvarlı bir adamla 12-13 yaşında bir çocuk, dar bir sokaktan içeri girip tahta bir barakadan yapılmış terzi dükkânının önünde durdular. Ön tarafa bir ayaklı dikiş makinası konmuş, arka tarafta ise üzeri kumaş ile örtülmüş uzunca tahta bir masa vardı. Daha arkaya da kumaşları koyacak bir raf yapılmıştı. Tezgâhın hemen yanına da giysiler asılmıştı. Adam selam verdi ve:

“Bu benim oğlum. Ortaokula kayıt ettirdim. Pantolon, gömlek ve üzerine giyecek bir şey lazım.” dedi.

Sabah köyden gelen arabadan inince önce sebze haline gittiler. Adam, portakal kesiminde verilmek üzere komisyoncudan bir miktar borç para aldı. Ondan birazını, aldıkları giysiler için terziye verdi. Kalanıyla da eve gerekli erzakları alacaktı.

Baba oğul ilk defa şehirde birlikte dolaşıyorlardı. Uzun çarşıdan, esnaflara selam vererek denize doğru gittiler ve bahçe girişinde kaymakamlık levhasına varmadan bir lokantaya girdiler. Lokanta sahibi uzunca boylu bir adamdı. Hal hatır sorulduktan sonra kiremitte güveç ile pirinç pilavı siparişi verdiler. Masanın üzerine bir sürahi su, dilimlenmiş ekmek ile yeşilbiber konmuşu. Tuz ve kırmızı toz biber de vardı. Bu, çocuğun ilk defa tattığı bir yemekti. Çok da hoşuna gitti.

Yemekten sonra, geri Uzun Çarşı’ya döndüler. Uzun Çarşı, İskenderun’un ticaret merkezi idi. Dağ köylerinin ahalisi genelde cuma günleri şehre gelir ve ihtiyaçlarını buradan karşılardı. Bir dükkânın önünde durdular ve selam verip küçük taburelere oturdular. Sırtında süslü püslü, sarı renkli, kova benzeri meyan kökü suyu bulunan bir satıcı elindeki iki tası şıngırdatarak geldi ve önlerinde durdu. Hava hâlâ sıcak sayılırdı. İki bardak soğuk meyan kökü suyu doldurdu ve oturanlara uzattı. Biraz ötede başka bir satıcı sırtında menengiç kahvesi satıyordu. Meyan kökü çocuğun ağzında bir serinlik hissi ile değişik bir tat vermişti. İlk defa böyle bir şey içmişti. Nasıl bir şey olduğunu tam anlayamadı.

 

iii

 

Okul açılmıştı. Sınıf listeleri idarenin önünde duvara asılmıştı. Öğrenciler öbek öbek toplandılar. Çocuk, listelerden kendi ismini buldu fakat listede hiç tanıdığı bildiği yoktu. Yalnız listede değil okul bahçesinde de kimseyi tanımamıştı. Sınıfı, idareden doğu yönüne doğru yeni yapılmış dersliklerde idi. Bir de okulun ilk yapıldığı zaman ki derslikler vardı ki bunlar giriş kapısı yanında idiler. Bu binalar 1901 yılında Fransız misyonerler tarafından yapılmış Türk ordusunun Hatay’a girmesine kadar Fransızlar tarafından işletilmişti. 1914 – 1918 arasında ise faaliyetleri durdurulmuştu. Listede sabahçıların, öğlencilerin ve sınıf öğretmenlerinin isimleri de vardı. Okulda ilk gün böyle geçti.

Kaldığı ev ile okul on beş dakika yaya mesafesindeydi. İskenderun’a Türk nüfusu 1895 yılından sonra yerleşmeye başlamıştı. Ondan önce Türk nüfusu yok denecek kadar azdı. 1950 sonrası ise büyük oranda Türk köylerinden şehre göç akını başlamış ve belediye, göçenlere bu mahallelerde arsa vermişti. Yollar planlı şekilde açılmış ama evlerin hepsi derme çatma yapılardan oluşuyordu. Sağına soluna bakınarak kalacağı büyük ağabeyinin evine doğru yürümeye başladı. Sokaklar çoğunlukla toprak ve çamurdu. Az bir yerde asfalt yol vardı. Yollardaki banyo ve mutfak sularının birikintilerini atlayarak geçti.

 

iii

 

Güneş epey yükselmişti. Sonbahar İskenderun’da en güzel mevsimdir. Yazın boğucu nem ortamı bitmiş, güneş en güzel ışıklarını toprağa doğru salmaktaydı. Deniz, körfezde nazlı nazlı salınmakta, sahile çekilen balıkçı tekneleri geceye hazırlanmaktaydı. Balıkçılık Türklere has bir iş değildi. Çoğunlukla yerli halk balıkçılık yapardı. Bir de Güney Doğu’dan gelenler vardı ki onlar da hamallık ve ağır inşaat işlerinde çalışırlardı.

Öğretmen elindeki listeden mevcudu saydı. Kapı girişinden başlayarak öğrenciler, numaralarını ve adlarını ayağa kalkarak söylemeye başladılar. Hiç duymadığı bilmediği isimlerle karşılaştı. Corc, Butros… Bunlar da kimdi? Türkçe kelimeleri de farklı söylüyorlardı. Öğretmen otuz UJ diyen bu öğrencilerden birine müdahale etti.

“Dilini eşek arısı soksun. ÜÇ diyeceksin üç.” Dedi.

Birbirleriyle de anlamadığı lisanda konuşuyorlardı. Ferit ile Corc’un, Naim ile Butros’un kendi dilleriyle anlaşmalarını da tam anlayamamıştı. Gerçek şu ki yeni bir dünyaya gelmişti. Bu, çocuk için şaşırtıcı bir deneyim oldu.

Zaman geçiyordu. Yarıyıl tatiline çok az kalmasına rağmen bir türlü sınıfla intibak sağlayamadı. İyice içine kapanmıştı. Köy okulunda tüm dersleri çoğunlukla kendisi anlatırdı. Sürekli tahta önündeydi. Başarılıydı. Burada ise dersleri iyi dinliyor ödevlerini aksatmadan yapıyor fakat konuyu bilse de parmak bir türlü kalkmıyordu.

Birinci sınıfta kimse ile iletişim kuramadı. Arkadaşı da olmadı. Mahallede de candan bir arkadaşı olmadı. Yalnızdı. Boş zamanlarında halk kütüphanesine gidiyor kitapları ve dergileri karıştırıyor, vaktinin çoğunu burada geçiriyordu. Okumayı seviyordu. İlkokul birinci sınıfından beri Babası ona şehirden aldığı gazete ve dergileri okuturdu. Bir de sinemaya gidiyordu.

İskenderun şehir nüfusu 1965 yıllarında yetmiş bin civarında idi. Sınıfta Türkiye’nin her yöresinden öğrenci vardı. Sonraki yıllarda bu katlanarak arttı. Köyden kente göçü gördü. Şehirlere, şehirlerden de büyük şehirlere iç göçü gördü. Şimdi ise dünyadan Türkiye’ye göçü görüyor. O zaman da kentliler, köylülere kızmışlardı. “Durun durduğunuz yerde! Niye göçüyorsunuz?” dediler. Şimdi de başka ülkelerden gelenlere kızanları görüyor. Yeter gelmeyin diyenleri de.

İstesek de istemesek de değişim devam ediyor. Değişim şaşırtıyor, sancıları artırıyor. Şaşırsak da şaşırmasak da kızsak da sancılansak da değişime boyun eğiyoruz. Hayat devam ediyor.