25 Şubat 2024

“Hüzün mü Demiştin?”

Yazar: Hatice Hazal GÖKÇİMEN

Seneler önce, çocukların cennetten gelip sessizce cennete gittiği zamanlarda, ona böyle bir yolculuğa çıkacağını söyleseler; büyük ihtimalle sadece gözyaşlarına sarılıp “İnşallah, Allah büyüktür…” diyebilirdi. Acı, insanlığın nefesine oturmuş gibiydi senelerce. Tarihin bu yükü kaldıramayıp sûrun üfleneceği günün yakın olduğuna inanıyorlardı artık. Ancak elbette ki Allah’ın zaferi, inananlar için çok yakındı… 

Kara günlerin geride kaldığına adının Umut olduğu kadar emindi, kardan aydınlık sabahlara erişmektelerdi bugünlerde. O da seneler önce ustasına söz verdiği gibi insanlara beyaz haberler vermek için bir oraya bir buraya koşuyordu senelerdir. Başı, bu koşturmacaya karşı çıkarak isyan bayraklarını mı çekmişti, o yüzden mi böyle yanıyordu canı? 

Başını arabanın camına çarptığı için canının acıdığını, durduklarında uyanmasıyla anladı. 

“İşte geldik.” diyerek şoför koltuğunda arkasına döndü, onu havaalanına bırakan arkadaşı Nur. 

“Ne çabuk vardık…” Nur güldü:

“Uyumuşsun. Yolda daha çok yorulma diye uyandırmadım.” Umut havaalanının dış hatlar kapısından yana baktı.

“Keşke sen de gelebilseydin.”

“İzin almak için çok uğraştım ama nafile. Bir dahakine birlikte gideriz inşallah.” Sessizce “İnşallah…” diye iç çekti Umut da. Sonra tebessümle sordu:

“Eee ne getireyim sana memleketten, ne istersin?”

“Ne isteyeyim, can sağlığı…” 

“Eyvallah da… Hiç mi bir şey istemiyorsun.”

“Selam et herkese, her yere. Sokaklara, ağaçlara, denize. Geleceğimi söyle.” Arabadan indiler. Nur bagajdan bavulu alıp yanına geldi. 

“Oldu mu?” Başını salladı:

“Oldu. Teşekkür ederim, geldin buraya kadar.”

“Ne demek, dikkat et kendine.”

“Ederim. Hoşçakal, Allah’a emanet ol.”

“Sen de, görüşürüz.” Umut bavulu alıp kapıya gitti. Arkasına dönüp baktığında Nur hâlâ aynı yerde bekliyordu. “Sen git haydi, görüşürüz.” diye işaret etti Umut. Sonra da bavulun kulbuna asılıp içeri girdi. Uzun bir sıradan sonra bavulunu verdi. Görevli başını kaldırmadan sordu:

“İyi günler. Yolcuğunuz nereyeydi?” Umut gözleri parlayarak cevapladı:

“Gazze Şeyh Ahmed Yasin Havaalanı.”

“Biletinizi ve kimliğinizi alabilir miyim?” Nüfus cüzdanı ile biletini görevliye uzatıp işlemin bitmesini bekledi.

“Tamamdır. İyi yolculuklar.” Teşekkür edip uçağının kalkacağı zamana kadar bekleyeceği salona gitti. Oldukça kalabalıktı. Sıraların arasında boş bir tane bulup oturdu. Saatine baktığında öylece bekleyemeyeceği kadar çok zamanı olduğunu gördü. Sırt çantasından resim dosyasını ve kalemlerini çıkarıp kucağına koydu. Üzerinde çalıştığı kağıdı almasıyla yanında oturan küçük çocuğun ona dikkat kesilmesi bir oldu. Ufaklığa tebessüm edip çalışmasına devam etti. Çocuk, yanında oturan annesine sordu:

“Kubbetü’s-Sahra’nın kubbesi kocaman, güneş gibi sarı değil mi anne?” Anne, yorgun olmasına rağmen oğlunun başını okşayıp cevapladı:

“Evet oğlum, öyle.” Çocuk Umut’a çaktırmamaya çalışarak fısıldadı:

“Öyleyse bu abla yanlış çiziyor, öyle değil mi anne?” Anne de Umut’un resmine baktı. 

“Sen de renklisini çizersin o zaman.” dedi Umut gülümseyerek. Çocuk dudağını büzdü.

“Ama ben güzel resim yapamam ki.” 

“Öyleyse beni seyretmeye ne dersin?” Çocuk heyecanla yerine oturdu ve dikkatle onu izlemeye devam etti. Elinin her hareketini özenle takip ediyordu. Uçağa alımlar başlayana dek bu böyle sürdü. Yolcular yavaş yavaş giriş kapısına yönelmeye başladıklarında Umut çocuğa döndü:

“İsmin ne senin delikanlı?” Çocuk göğsünü kabartıp “Ömer” dedi. Umut elindeki bitmiş resmi gösterdi. Kenarını “Küçük arkadaşım Ömer’e…” diye imzaladı. Sonra da çantasından bir kutu 12’li kuru boya çıkardı. 

“Bakalım Gazze’ye varana kadar boyamayı bitirebilecek misin?” diyerek resimle boya kalemlerini küçük Ömer’e uzattı. 

“Bana mı?!” Umut gülümsedi.

“Evet, senin için.” Ömer sevinçle resmi ve boyaları alıp annesine gösterdi. 

“Anne bak, abla bana Kubbetü’s-Sahra’lı boyama verdi.” Anne resmi inceledi.

“Bir çocuğa vermek için çok ince çalışılmış, çok emek edilmiş bir resim. Ziyan olmasın, çok teşekkür ederiz.” diye geri vermeye yeltendi. Umut itiraz etti.

“Ne demek, çocuklarımız her bir ayrıntısını inceleyerek öğrenmeli mescitlerimizi. Rabbim gitmeyi de nasip etsin inşallah.” Anne gülümsedi.

“Gazze’den sonra Kudüs’e geçeceğiz zaten, değil mi Ömer?” Ömer sevinçle zıpladı.

“Evet, Zahit’e gideceğiz!” Annesi açıkladı:

“Geçen sene Mescid-i Aksa’da tanışmışlardı çocuklar. İletişimi kesmedik, sonraki yıl yine Aksa’da buluşmak üzere sözleşmiştik. O günden neredeyse tam bir sene sonra tekrar gidiyoruz inşallah.” Bu hikaye Umut’u çok mutlu etmişti. Ömer’le vedalaşıp uçağa bindiler. Yerlerine oturduklarında bile küçük Ömer gözleriyle ressam ablasını arıyordu. Gördüğünde mutlulukla el salladı. Umut da oturduğu yerden ona karşılık verdi. Sonrasında hostesin uyarısıyla yerine oturan Ömer, çabucak ressam ablasının verdiği resmi boyamaya başladı. İlk defa çizgileri taşırmadan boyamaya özen gösteriyordu. Resminin çok güzel olması lazımdı, çok! Onu gidince arkadaşı Zahit’e hediye etmeyi düşündü. Bu fikir onu daha da mutlu etmişti.

Yol boyu çizim yapmaya devam etti Umut. O kadar heyecanlıydı ki ancak resim yaparak heyecanını bastırabiliyordu. Akdeniz’in üstünde süzülürken ortaokulda bir yaz kampı için geldiği Mersin’i hatırladı. Konuşurlarken hocası ufukta bir yeri işaret etmiş, oraya doğru hiç durmadan yüzebilirse Yafa’ya varacağını söylemişti. Hocasının dedikleri Umut’a çok enteresan ve heyecan verici gelmişti. Oysa çok basit bir harita bilgisiydi… Şimdi ise Akdeniz’i uçarak geçip Gazze’ye gidiyordu. Daha önce birkaç defa mübarek Kudüs ve Nablus, Ramallah, El-Halil, Yafa, Beytüllahim gibi şehirleri ziyaret etmek nasip olmuştu ama Gazze’ye tabii olarak daha önce hiç gitmemişti. Aslında abluka bittikten sonra ailesiyle birlikte gitmek istiyordu ama onlar gittiklerinde de Umut gidememişti. Bu sefer ise Gazze’ye onu, çok sevdiği bir meslektaşı olan Seher davet etmişti. Çalıştığı ajans da onu özel bir haber yapması şartıyla göndermişti. Kamerası bugüne kadar onlarca farklı hikayeye şahitlik etmişti. Ama mesele Gazze ise tabiri caizse her taşın altından bir hikaye çıkabilirdi. 

“Kıymetli yolcularımız, on dakika içerisinde Gazze Şeyh Ahmed Yasin Uluslararası Havaalanı’na iniş yapmış olacağız. Lütfen kemerlerinizi bağlayın, güneşliğinizi açık, koltuğunuzu dik konuma getirin.” 

Ya şimdi? Karnında uçuşan kelebekler inişin sebep olduğu fiziksel bir değişimin mi yoksa Gazze’ye kavuşmanın mı tezahürüydü? Ah keşke Nur da yanında olabilseydi. Bu sefer Nur ondan daha heyecanlı olacağı için Umut onun sakin kalması için kendi sakinliğini koruyacaktı. Nur, ajansta uzun uzun çalıştıkları zamanlar ona Gazze’yi anlatırdı. Birlikte orası için hayaller kurarlar, sonra daha güçlü sarılırlardı işlerine. Bu iniş, hayallerinin gökyüzünde kalmayacağının nişanıydı. 

Koltuğunun yanındaki cama neredeyse yapışmış, yeryüzünde ne görüyorsa hepsini anbean zihnine nakşetmek istiyordu. Sürekli “Allahuekber, Elhamdulillah, Subhanallah” diyordu. Gözleri dolu dolu olmuştu. Uçak körüğe yaklaştığında daha durmadan ayağa kalktı. Etrafındakilerin bakışlarına aldırmayıp hızlı hızlı hazırlandı ve uçaktan ilk inenlerden oldu. Koşar gibi yürüyordu. Tek istediği havaalanından çıkıp toprağa kavuşmaktı. On yıllardır memleketinden ayrı kalmış biri gibi hissediyordu kendini. O böyleyse kim bilir onlarca yıldır gerek kendi ülkelerinde gerek başka ülkelerde muhacir durumuna düşürülen diğer Filistinliler nasıl hissediyordu? Yüz yıllık bir sürgün bitmişti. Evlerinin anahtarını boyunlarında kolye misali taşıyıp saklayan anneler yuvalarına geri dönmüştü. Yıkılan evler son kez, bir daha yıkılmamak ve nesillerce ayakta kalmak üzere inşa edilmiş, yakılan zeytin ağaçlarının yerine misliyle fidan dikilmişti; özgürlüğü geleceğe taşımak için. 

“Evine hoş geldin güzel kardeşim.” diye kucakladı Seher onu. Sımsıkı, uzun uzun sarıldılar. Ayrıldıklarında titriyordu Umut. 

“Ne oldu, ne oldu sana…” Seher, hıçkırıklarla ağlayan Umut’u tekrar sımsıcak sardı. 

“Niçin ağlıyorsun kardeşim? Elhamdülillah buradasın.” Umut hıçkırıklarının arasında tekrarladı:

“Elhamdülillah, Elhamdülillah, Elhamdülillah…” Çocukluğundan beri tüm şahit olduklarını, izlediklerini, dinlediklerini; her şeyi tek tek geçiriyordu zihninden. Şimdi ise tüm kötülükler geride kalmış ve hür Gazze’ye gelmişti. Beraberce havaalanından çıktıklarında rüzgarın yüzünü okşadığını hissetti. Nur’la birlikte dinledikleri o şarkı geldi aklına:

“Ey rüzgar, vatanıma götür beni…” Seher güldü:

“Bu kadar çabuk mu sıkıldın buradan? İnanmıyorum sana.” 

“Burası da benim vatanım sayılmaz mı?” 

“Öyle elbette… Haydi gel seni kalacağın yere götüreyim. Önce dinlen sonra çalışmaya başlarız.” Umut karşı çıktı:

“Hayır dinlenmek istemiyorum. Lütfen hemen başlayalım. Her yeri görmek istiyorum.” Onun bu heyecanı Seher’in çok hoşuna gitmişti. Birlikte onun arabasıyla yola çıktılar. 

“Seni götürmek istediğim ilk yer, 7 Ekim zamanındaki hasta ve yaralıların tedavileri için kurulmuş bir hastane. Seni oradaki iki kız kardeşimizle tanıştırmak istiyorum. Büyük kardeş Farah, hastanenin çocuk hastalıkları bölüm başkanı. Senelerdir çocuklar için gece gündüz koşturur durur. Tedavi ettiği çocuklarla onlar iyileşip evlerine döndükten sonra da ilgilenir.”

“Nasıl yapıyor bunu?”

“Tek başına yapmıyor, kardeşi Hacer’le birlikte çalışıyorlar. Hacer öğretmen, hastanedeki çocukların eğitimi ile ilgileniyor. Ağabeyleri Yasir ise psikiyatri uzmanı. Kardeşleri gibi daha çok çocuk ve gençlerle ilgileniyor.”

“Maşallah… Hepsi aynı hastanede çalışıyorlar.” 

“Evet. Bununla da kalmıyor yaptıkları. Farah’ın muhteşem bir resim yeteneği var. Her sene çocuk hastanesinin iç ve dış duvarlarını farklı resimlerle süslüyor. Elbette buna çocukları da dahil ediyor ve ortaya o kadar güzel işler çıkıyor ki yetişkin hastalar bile çocuk hastanesinde tedavi olmak istediklerini söylüyorlar.” Zaten yeni kendine gelen Umut’un gözleri tekrar dolmuş ve yanaklarına dökülmek için fırsat kollamaya başlamıştı. 

Bir süre daha yol aldıktan sonra hastaneye vardılar. Önce yetişkin kısmından geçtiler. Oldukça sessiz, sakin, karmaşadan uzaktı. İnsan kendini güvende hissediyordu. Sonra bahçeye çıktılar ve çocuk hastanesinin rengarenk duvarlarıyla karşılaştılar. 

“Subhanallah, Farah neler yapmış böyle. Çok güzel olmuş…” Sonra Seher’e döndü. 

“Peki o nerede, geleceğimizi biliyor mu?”

“Evet, haberi var. Hatta…” Bahçedeki kamelyalardan birini işaret etti. Beyaz önlüğüne boyalar bulaşmış bir doktor, çocuklarla birlikte kamelyayı boyuyordu. 

“Bak, orada.” Onların yanına gittiler. 

“Selamunaleküm. Bize de birer fırça verir misiniz?” diye sordu Umut. 

“Ve Aleykümselam…” diyerek elindeki fırçayı bırakıp, doğruldu Farah. Bir süre bakıştılar. Farah çömeldiği yerden kalktı, ellerini önlüğünün cebindeki büyük mendile sildi. 

“Siz, Türkiye’den…” Umut tasdikledi:

“Evet. Ben Umut, gazeteciyim. Çok memnun oldum tanıştığımıza.” Farah, Umut’un boynuna sarıldı. Umut ne olduğunu anlamadan aynı şekilde sımsıkı sarılarak karşılık verdi. 

“Umut abla…” Umut şaşırmıştı. 

“Beni tanıyor musun?” 

“Evet, elbette. Beni tanımadın mı?” Umut bir şey söyleyemedi. Farah heyecanla çantasını karıştırarak bir fotoğraf bulup çıkardı. 

“Ben Farah, altıncı sınıfa gidiyorum. Resim çizmeyi ve oyun oynamayı çok severim.” Umut’un yoldan beri zapt etmeye uğraştığı gözyaşları, Farah’ın gösterdiği küçük bir kız çocuğunun fotoğrafı üstüne döküldü.  

“Farah! Kardeşim benim. Allah’ım, sen… Sen nasıl…” Tekrardan sımsıkı sarıldılar. Umut gördüğüne, duyduğuna inanmakta zorlanıyordu. Yıllarca mücerret bağlarla bağlı olan bu iki kardeş, yıllar sonra kavuşmuştu. Farah hastaneyi gösterdi:

“Bak abla. Bak, sana mektubumda verdiğim sözü tuttum. Sen vazgeçmememi, çok çalışmamı ve böylece senin hep benimle, Gazze’deki kardeşinle gurur duyacağını söylemiştin. Sen bana umut oldun, şimdi ben de vatanımın çocuklarına umut oluyorum…” Onları ayrı koyan yıllardan, işgalden, savaştan ve bitmeyen zulümlerden sonra yekvücut olmuşlardı. 

“Canım benim, canım kardeşim. Umudum benim…” 

Sonsöz: Nuri Pakdil’in çok sevdiğim sözüdür: “Yazmak, bir hücum komutudur!” diyor. Yazarak tanklara, füzelere siper edemem vücudumu ama elimden geleni, kendi cihadımı gerçekleştirmiş olurum Allah’ın izniyle. Ben buna inanıyorum.

Evet, yukarıda okuduklarınızın belki de hepsi şimdi bir hayalden ibaret lakin gerçekleşemeyecek bir hayal değil. Ve ben yine inanıyorum ki Umut’un düşlerine kavuştuğu gibi biz de hürriyet resimlerimize, ezgilerimize, şiirlerimize kavuşacağız inşallah. Bunun için herkesin küçük büyük demeden üzerine düşeni yapması gerekiyor yalnızca. 

Kalemimize, kelamımıza, kelimelerimize bir Kudüs gücü gelsin!

Gazze’nin, Kudüs’ün, Aksa’nın; gökyüzü yürekli, nur yüzlü direnişçi çocuklarına selam ve dua ile…