26 Şubat 2024

Rutubetli Umutlar

Yazar: Şerife KULU

Nihayet bodrum merdivenlerinin başından gelen ayak sesleriyle irkildim. Günlerdir kimseler uğramıyordu, belki de haftalardır. Yalnız değildim ama diğerlerinden farklıydım. Öyle hissediyordum çünkü bir an önce bu rutubetli yerden kurtulmak istiyordum. Diğerlerinin pek umurunda değildi, onlar geldikleri yeri çoktan unutmuşlar gibi görünüyordu. Bense hâlâ o nemli toprağın kokusunu içimde taşıyordum. Güneşin ilk ışıklarıyla aydınlanan bahçeyi, etrafta gezinen karıncaları, toprağın altında rızkını arayan solucanları… Sahi ben ne ara bu bodruma geldim? Sanırım hasat zamanı çiftçiler tek tek toplayıp çuvallara doldurdu bizi. Topraktan ayrılırken attığım çığlığı duymamışlardı. Halbuki duysalardı ayıramazlardı beni anamdan. İnsanoğlu toprak ana diyor ya, ben o anadan geldim işte. Kuru bir soğanım ama içimde o kadar çok acı var ki cücüğüme kadar katmerlenmiş. En kıymetli yerim cücük ise bu acıdan sonra nasıl tatlanmış orasını ancak Yaradan bilir. Toprakta yaşayan kuru bir soğandım işte.

Sonrası malum pazarda satışa çıkarıldık. Kendimce paha biçilemez değerime paha biçtiler. Ve sırayla satıldık. Bu eve ilk geldiğim vakit birkaç gün bahçede bir köşede sıkış tıkış diğer soğanlarla birlikte yeniden toprağa kavuşma hayalini kurdum. Fakat gün geçtikçe havalar daha da soğudu, ardından iri yarı iki adam içinde bulunduğum çuvalı sırtlanıp daracık bir merdivenden indiler. Burası sanırım terk edileceğim yerdi. İçlerinden birinin “Bodruma yerleştirdik abla.” dediğini duydum. Burası bodrumdu. Karanlık, rutubetli ve soğuk. Burada ne kadar yaşayabilirdim ki? Benim yerim topraktı. En azından güneşi gören bir pencere olsaydı, her şey daha güzel olabilirdi. Arada sırada birileri buraya iniyordu, erzak dedikleri şeylerden alıp bizi yeniden karanlığa terk edip çıkıyorlardı. Bu sabah yine birileri bodrum merdiveninden iniyordu. Ayak sesleri yaklaştıkça gelen kişinin ev sahibi hanım olduğunu anladım. Mutfaktaki soğan sepeti boşalmış olsa gerek, bize doğru yaklaştı.Yine içimizden şanslı birilerini o sepete koyup yukarıya çıkaracaktı. Keşke bu soğan ben olsaydım. Etrafta loş bir aydınlık vardı. Kadının buz gibi elleri tek tek içimizden bazılarına uzandı. Bir, iki, üç, dört, beş, altı derken yedinci kez uzattığı eliyle beni yakalayıverdi. Aman Allahım! Bu inanılmaz bir heyecandı. Süresini bilmediğim bir vakit kadardır bu anı bekliyordum. Peki ya şimdi ne olacaktı? Sahiden mutfak dedikleri yer bir cennet miydi? En azından bu rutubetli yerden bin kat iyi olduğu kesindi. Sepetin içinde diğer soğanlarla birlikte neşe içinde yukarıya çıkarken geride kalanlara baktım. Onlarla hiç konuşmamıştım hâllerinden hiç şikayet etmemişlerdi ama biliyordum, hepsi benim yerimde olmak isterdi. Bodrumda kaldıkları sürece filizlenme ihtimalleri artacak fakat çürüme ihtimalleri de bir o kadar kuvvetliydi. Ben bu iki ihtimal arasında kalmaktan korkuyordum. Nihayet yaradılış gayemi yerine getireceğim yere gidiyordum. İşte tüm ihtişamıyla güneş bu evin içine doğmuştu bile. Canım benim, o kadar uzun zaman oldu ki görüşmeyeli, doya doya ısınmak istiyordum ışığında. İnsanlar bunu her gün yaşadıkları için nasıl bir nimet olduğunu fark edemiyorlardı, bense çok uzun bir süredir o karanlık ve rutubetli bodrumda yeniden gün yüzüne çıkma umuduyla yaşıyordum. Soğan sepetini mutfağın bir köşesine yerleştirdi kadın, burası güneşe ve pencereye biraz uzaktı. Yanımdakilerin konuşmasına kulak misafiri oldum “Yemekler için sırayla alıp bizi soyacaklar.” “Bunu nerden biliyorsun?” dedi birisi. “Aşağıdayken içimizdeki en yaşlı soğandan duydum.” dedi diğeri. Demek aşağıda da konuşan soğanlar vardı fakat ben onları hiç duymamıştım. Duymak mı istemedim acaba? 

“Peki ya sonra ne olacak?” 

“Sonra kavrulup yemeğe lezzet vereceğiz. Düşünebiliyor musunuz, bizsiz yemeğin tadı olmuyormuş.” 

Nasıl yani, bizim tek gayemiz yemeklere tat vermek mi?! 

“Bence bizim başka bir görevimiz daha var.” dedim. Hepsi bir anda dönüp beni dinlemeye başladılar.

“Sizce sadece yenmek için mi yaratıldık dostlarım?” 

İçlerinden çizgili mor olan soğan “Ben de hep bunu düşündüm aslında ama pek dile getirmedim. Toprak anadan ayrıldığımdan bu yana içimde biriken tarifsiz bir acı var. Bu acı sonunda beni de hissiz hale getirdi.”

“Evet.” dedim, benim de hissettiklerim bunlar. Hissizliğin içindeki acıyı nasıl anlatayım bilmiyorum ki. Biz bunları konuşurken evin hanımı sepetten bir soğan almak için yaklaştı. Elini uzattı. Bu kadının elleri de hep soğuktu. Çizgili mor soğan bugünkü yemeğin kahramanı olarak seçildi. Sepetten uzaklaşırken ona veda bile edemedim. Kadın elindeki bıçakla yeni tanıştığım arkadaşımı soyarken sepetin delik olan bölmesi benim olduğum tarafa denk gelmişti. Bu yüzden olup biteni gayet rahat görebiliyordum. Fakat gördüklerime inanamıyordum. Kadın soğanı keserken gözlerinden su gibi bir şeyler süzülüyordu. “Kadının gözlerinden su akıyor.” dedim.

“Hayır, onun adı gözyaşı.” dedi birisi.

“Gözden neden yaş akıyor?”

“Çünkü içimizde biriken acılar, insanlara fazla geliyor.”

Esas gayemiz, onların gözlerinden yaşlar mı akıtmaktı? İnsanlara neden fazla geliyordu kabuklarımızın altındaki acılar? Onlar acı denen şeyin sadece maddi boyutunu hissedince mi gözlerinden yaşlar süzülüyordu? Bizim içimizde biriken ise toprak anaya olan özlem, bekleyişlerimiz, çaresizliklerimiz, rutubetli umutlarımız. Bizim bu hislerimiz, onlara yeniden ağlamayı mı hatırlattı acaba? Peki ya dünyada ağlayacak onca şey varken insan neden ağlamayı unuttu? 

Çizgili mor soğanı doğrarken kadın, muhtemelen hâlâ soğuk elinin tersiyle yüzündeki yaşları sildi. Soğanın kabuklarını çöpe attı. Bir sandalye çekip oturdu. Derin bir nefes aldı. Ardından gözlerini buzdolabının kapağına mıknatısla tutturduğu fotoğrafa dikti. Kim bilir, bizim çizgili mor soğan sayesinde gözünden akan yaşlar, kadına neleri anımsattı. Bunları ufacık bir delikten seyrederken diğerlerine “Bodrumdaki soğanlar hiçbir şey bilmiyor.” dedim. Bilseler ne olacaktı zaten. Konuşacak bir şeylerimiz olurdu belki, diye içimden geçirdim. Mor soğanla yapılan yemeğin kokusu tüm mutfağı sarmıştı. Sepetteki on üç kadar soğan, geleceğimizi biliyorduk artık. Bu hiç beklemediğim bir sondu. Yine de insanlarda iz bırakmanın hissini o buz gibi eller beni doğrarken daha iyi anlayacaktım. O gün, gözden akan yaşlar benim acılarımı da dindirecek miydi acaba?