22 Aralık 2023

Bir Zamanlar

Yazar: Bilal YILDIRIM

 

Yüklü üç katır ile iki adam, derenin tam ortasında durmuşlardı. Adamlardan biri elini yüzünü yıkıyor biri de çıkarttığı mendilini soğuk suyun içine batırmış öylece suyun akmasına bakıyordu. Hayvanlar sulanıp, kendileri de ellerini yüzlerini, mendillerini iyice yıkadıktan sonra yürümeye devam ettiler. Derenin hemen yukarısına bir bent yapılmış ve büyükçe bir arıkla suyun bir kısmı, yolun üstü sıra akıyordu. Geri kalanı ise aşağıya doğru çağlayıp gidiyordu.

 

 

Gece yarısı, gökte yıldızlar varken Dağlı’dan yola çıkmışlar, katırların arkasından kıvrıla kıvrıla Alan’a oradan gah engebasına gah düzüne yürüyerek Dahar’a gelmişlerdi. Değirmenderesi taa çukurun dibindeydi. Her taraf yeşilin türlü tonlarını gösteren ağaçlarla kaplıydı. Siyaha yakın koyu yeşilden sarıya çalan yapraklara her şey, alabildiğine yeşildi. Yol, Dahar’dan eğile büküle dik yamaçtan aşağı doğru iniyordu. Yolda irili ufaklı taşlar vardı. Hayvanların nalları taşa çarptıkça bazen çıngı bile çıkıyordu. Ayakları kayaraktan yokuş aşağı inmişler, öğlen olmadan Değirmenderesi’ne ulaşmışlardı. Zaten bu yoldan her cuma geçiyorlar, aşağı yukarı bu saatlerde de buraya ulaşıyorlardı.

 

Yolun üzerindeki arığa, içinden akan suya ve kenarlarında, sudan beslenip büyüyen otlara baka baka meydana geldiler. Selam verdiler. Yolun altında, büyük ceviz ağacının dibinde, ağaç kütüklerinden yapılmış tahtta üç kişi oturuyordu. İkisi yüksek sesle verilen selamı aldı, birisi ise mırıldanarak “Aleykümselam” dedi.

 

 

Önce katırların üzerindeki sandıkları indirip, yolun altına gölgeye sıraladılar. Katırları da biraz öteye, çitlerin yanına bağladılar. Semerlerini çıkarttılar ve çitin hemen dibine yerleştirdiler. Katırlar iyice terlemiş, semerlerinin içindeki keçeler terden ıslanmıştı. Yem torbalarını da ağızlarına geçirip geri döndüler.

 

Altı tahta sandığın üstü -güneşten biraz solmuş- yeşil üzüm yapraklarıyla örtülüydü. Sandıklarla birlikte arılar da gelmişti, şireli üzümlere biri konuyor biri uçuyordu.

 

iii

 

Yolun üzerinde biraz yukarıda üç göz dükkân ile üzeri toprak dam olan büyükçe bir cami vardı. Bugün cumaydı ve bu civarda oturan herkes burada toplanır, cuma namazı kılardı. Alan’dan Kaledibi’ne ve Dahar’ın etrafına kadar bu bölgede herkes bu camiye gelirdi. Zaten bu civarda başka bir cami de yoktu.

 

Bu dükkânların birinde demirci vardı. Körüğünü iç sol tarafa yerleştirmiş, sağ tarafa da kömürleri koymuştu. Duvara eski ve yeni yapılmış nalları asmıştı. Bunların altında, duvarın kenarına doğru kazmaları, kehnileri, orakları, balta ve tahraları koymuştu. İki kişiydiler. Habire örsün üzerindeki kızartılmış demiri dövmeye devam ediyorlardı. Demirin kırmızılığı kaybolur olmaz yeniden ocağa götürüyor, körüğü çevirip ateşte demiri kıpkırmızı yapıyor, sonra geri örsün üzerine koyuyor ve çekiçle kızarmış demiri dövmeye devam ediyorlardı.

 

Öbür köşede ise bir dükkân vardı. Gırmişten lokuma, sucuğa; ışık camından gaz yağına, don lastiğinden dirile, patiskaya kadar ne aranılsa bulunurdu. Ufak tefek kısa boylu bir adamdı. Ayağına, çatı yerlere kadar uzanan bir siyah şalvar giymişti. Rengi eskiden siyahtı ama artık beyaza yaklaşmıştı.

 

iii

 

Büyük ceviz ağacının biraz altında değirmen vardı. Arık camiyi geçinceye kadar düz geliyor sonra dik bir eğimle su aşağı doğru hızla akıyordu. Değirmenin en altında bulunan tekerleğe -çakıldak da deniyor- hızla çarparak yukarıdaki, değirmenin sabit olmayan üstteki taşını döndürüyordu. Kulakları sağır edecek bir gürültü çıkartıyor, bu ses taa meydana kadar ulaşıyordu. Kaşları gözleri undan bembeyaz olmuş değirmenci, kenara yığılmış kızıl ala çuvallardan, buğdayları değirmenin harazasına dolduruyordu. Buğdaylar üçer beşer üstte dönen taşın ortasındaki deliğe akıyor, alttan da etrafı bez çaputlarla sarılmış oluktan başka bir çuvala öğütülmüş un olarak doluyordu.

 

Üstteki cami, nasıl bu havalinin tek camisi ise burası da bölgenin tek değirmeniydi. Değirmen, sabah namazından akşam ezanına kadar çalışırdı. Yüklü hayvanların biri gelir biri giderdi.

 

iii

 

Ortadaki dükkânda ise iki kişi vardı. İhtiyar adam uzun boylu, ak benizli, sarı sakallı, ela gözlüydü. Çoğunlukla ona “Hamik Goca” derlerdi. Ama asıl adı Mehmet’ti. Yaşı seksene ulaşmıştı. İkincisi ise uzun boylu, kara sakallı, ak benizli, kara gözlü en büyük oğlu Hösün Efendi idi.

 

Yaşlı adam, olana bitene yukarıdan bakıyordu. Gelenleri tanıyordu. Onlar da onu tanıyorlardı. İkisine de hoş geldin, dedikten sonra içlerinden ufak tefek cılız olana adıyla seslendi ve:

 

“O yüklerden birini ben alıyorum. Bir sandığını cuma çıkışında cemaate dağıtın. Birini de bizim eve gönderin. Bizim Hösün, bedeli neyse size ödesin.” dedi.

 

iii

 

İhtiyar, Koca Kavaklı Köyü’nde, arkası olan biriydi. İki eşinden on altı çocuğu olmuştu. Bunlardan ikisi genç yaşta, evlenmeden ölmüş ama diğerlerinin hepsi evlenmiş ve de çocukları olmuştu. Kızlarından bir kısmını da yakınlarına vermiş, onlar da çocukları gibi etrafında dönerlerdi. Onlara da yeğen demeyi ihmal etmezdi.

 

Burası kendi köylerinin yaylası değildi ama burada bir dükkân kiralamışlar, yazları bazen Ceylanlı köyüne gider orada çalışırlar ya da çoğunlukla buraya gelirlerdi ve büyük oğlu ile birlikte semercilik yaparlardı.

 

Semercilik önemli bir zanaattı. Her iş hayvanlarla yapılıyordu. Yük ve binek hayvanı olarak kullanılan at, eşek, katır gibi hayvanlar semersiz olmazdı. Yükün ya da bineğin taşınması için semere ihtiyaç vardı. Ağaç iskelet üzerine deri ile keçe arasına saz doldurulurdu. Bu sazlar Kayseri veya Maraş taraflarından getirilirdi. Doldurulduktan sonra da sarılarak iyice dikilirdi. Çok özenle yapılmalıydı. Dengesiz yapılmış bir semer hayvanın sırtına zarar verir, yaralanmasına neden olurdu.

 

Müşterileri çoktu. Sakıt’tan Delibekirli’ye hatta Dağlı’ya kadar bu havalinin insanları, kendilerine gelirdi. Kazançları iyiydi. Hacca bile gitmişti. İşlerini iyi yaparlar, özen gösterirlerdi. Ağaç iskelet için meşe ya da dut gibi dayanıklı ağaçların eğri kısımlarını köylülerden satın alırlardı. İyi çalışır ise bir kişi bir semeri bir günde tamamlayabilirdi. Semerlerin; palan, çatal semer, sele semer, katırlara takılan kara semer şeklinde de çeşitleri olurdu.

 

Semer yapımında kullandıkları keçi derilerini, çuvalları, keçe ve iplikleri dükkânın sağ tarafına güzelce istiflemişlerdi. Saz kamışları ile semer ağaçlarını ise en arkaya yığmışlardı. Boncuk takılı semer süslerini de dükkânın girişine sallandırmışlardı.

 

Herkesin sevgisini ve saygısını kazanmış, kendisi de o insanlara hürmet etmişti. Hatta kızlarından birini bu köyden birine vermişti. Ondan da torunları vardı. Diğer bir kızını da Ceylanlı’dan birine vermişti. Hem dostlarını genişletmiş hem de akrabalarını çoğaltmıştı.

 

Gideni geleni çoktu. Yeğenleri gelirdi. Her taraftan arkadaşları, dostları vardı. Onlar gelirlerdi. Semer için gelenler olurdu. Ev misafirsiz kalmazdı. Bugün de cumaydı. Namaz çıkışı uzaklardan gelenlerden en az beş kişiyi öğlen yemeğine davet etmeliydi. Dün kesilen teke etinden bolca almıştı. Şimdi de üzüm aldı. Her şey hazırdı. İş yalnızca öğle yemeği için kimlerin misafir olacağına kalmıştı.

 

iii

 

Kadınlardan biri, evin içindeki puharanın önüne oturmuş kısa kesilmiş odunlarla çörek saçının altını ölçeriyordu. Saç yaklaşık bir metre çapında yuvarlak, ortası kubbemsi bir şekildeydi. Üzerinde iki ekmek vardı. Bir tanesinin üzeri iyice kızarmış, saçın kenarında; diğeri ise saçın tam ortasındaydı, üzerindeki küçük kabarcıklardan buhar çıkıyordu. Hemen bir metre yanındaki takadan dışarı baktı. Hava aydınlanmak üzereydi. Sabah ezanı vaktiydi.

 

 

Kadınlardan bir diğeri, içlerinde en genç olanıydı, elini kolunu iyice çemremiş eteğinin üzerine bir basmadan şalvar giymiş halde kapıdan dışarı çıkıyordu. Evin hemen yanına üzeri toprakla örtülü dam yapılmış, iki kenarı ağaç çitlerle çevrilmiş olan ağılları vardı. Önce inekleri bir büyük sahan tasına sağdı. Sonra yemledi ve geri döndü.

 

Bir diğeri ise evin orta yerine büyükçe bir sofra açmış, üzerine tahtadan yapılmış yuvarlak bir sehpa koymuş, elindeki tahta tokmak ile etin siyah yerlerinden seçtiği köfteliği habire dövmeye başlamıştı.

 

Başında kırmızı bir fes vardı. Fesin alın ortasında bir mahmudiye, kenarlarına da mecidiyelerini dizmişti. Çok az kadının mahmudiyesi olurdu. Üzerinden de küçük kahverengi noktaları olan sarı bir yağlık bağlamıştı. Dışarı çıktığında ise daha üzerine, kenarları boncuk işlenmiş beyaz ketenini atardı. Yağlığın boynuna doğru sarkan uçlarını, omuzlarına atmıştı. Ev içerisinde böyle yapardı, dışarıda ise alttan boynu görünmeyecek şekilde iyice bağlardı. Sırtına ise gül rengi çiçekleri ve yeşil yaprakları bulunan koyu renkli bir köynek giymişti. Beline üzerine giydiği köynek kumaşından yapılmış bir kuşak bağlamıştı. Uzun eteğinin bir ucunu belindeki kuşağa sokmuştu. Ve altında bileklerine kadar uzanan bir çiçekli donu vardı.

 

Çörek yapma işi bitmek üzereydi. Akşamdan yoğrulan bir ilahen hamur edilmiş, kırk çörek sufranın içine konmuştu. Akşama tekrar ocak yanacak ve bu işler yeniden yapılacaktı.

 

Çörek etme işi bitmiş, sufra toplanmış gereksiz olan malzemelerin bir kısmı tavrala konmuştu. Ortadaki sufraya ek yapıldı, çörek etmeyi bitiren diğeri de bir kenarına oturdu. Hamır yuğurduğu ilaheni temizlemiş ve içerisine köfte için gerekli malzemeleri koymuştu.

 

Önce et tahtası üzerinde uyluktan alınan etleri tahta tokmak ile iyice dövdü, bunları bir kenara koydu; sonra bu etle bulguru bir ilahene koydu ve içerisine tuz, kimyon, dövülmüş kırmızıbiber biraz da un ilave edip ve iyice yuğurdu. Köftenin dış malzemesi hazırdı. Şimdi ise köftenin iç malzemesinin hazırlanmasına gelmişti.

 

İhtiyar kadın, elindeki iyi kösrelenmiş iki keskin uflak ile et tahtasının üzerine koyduğu, dünden edilen kasaptan alınmış siyah yerlerinden ayrılmış etleri kıymaya devam ediyordu. Soğanları temizledi, doğradı. Evin içerisinde bulunan puharanın altındaki ateşi iyice yaktı ve üzerine dışı küllenmiş, büyükçe bir siyah kazan koydu. Altına kısa kesilmiş büyükçe odunlar koydu. Doğranmış soğanı, çok az bir tereyağı ile biraz kızarttıktan sonra üzerine kıyılmış eti koydu ve elindeki tahta kaşık ile karıştırmaya başladı. Biraz da kuyruk yağı ilave etti. Koca, köfteyi yağlı severdi ve her zaman

“Köfte dediğin, ağzına götürürken yağı ta dirseklerinden aşağıya akmalı” derdi.

 

İyice pişirdi ve üzerine karabiber, doğranmış yeşil maydanoz ve biraz da öfelenmiş ince ekmek kurusundan ilave etti, biraz daha pişirip tencereyi ocaktan indirdi. İç malzemesi de hazır olmuştu.

 

Genç kadın dışarıya, yaktığı ocağın üzerine, büyük kazanı koymuş; içine akşamdan suya ıslanmış tarhanaları iyice öfeledikten sonra pişirmeye başlamıştı. Elindeki çomça ile de karıştırıyordu. Ateşe büyük odunlar koymuştu. Tüten ocağın dumanı gözlerine giriyor ve gözünden yaşlar akıyordu. Kaynamaya başlayınca içine su koydu ve karıştırmaya devam etti.

 

Şimdi sıra, üçü birlikte, köfteleri ellerinde açıp zeytinyağında kızartmaya gelmişti.

 

iii

 

Evin önünde büyük bir sofa vardı. Üzeri toprak damdı. İki kenarı taş duvarla örülmüş önü açıktı. Önde dört direk vardı ve bunlar büyükçe güzelce kesilmiş ağaçlarla birbirine bağlanmıştı. Sağ yan tarafta yerden diz boyu yüksekliğinde iyi yontulmuş ağaçlardan yapılmış bir taht vardı ve yanında duvar boyu konmuş ve gene ağaçtan yapılmış uzunca bir kirevit vardı. Sofra tahtın üzerine serilmişti. Gelen misafirler sofranın etrafında oturuyorlardı.

 

iii

 

Yemek bitmişti. Sofrada on kişiydiler. Kadınlar ve çocuklar sofraya oturmamışlardı. Onlar misafirlere hizmet ediyorlardı. Yaşlı adam ellerini açtı ve

 

اَلْحَمْدٌ لِلّهِ الّذِى اَطْعَمَنَا وَ سَقَانَا وَجَعَلَنا من المٌسْلِمِينَ

Elhamdülillahillezi et amena ve sekana ve cealena minel müslimin.

“Bizi nimetleriyle yediren ve içiren ve bizi İslam üzere bulunduran Allah’a hamd olsun.” anlamına gelen duayı okudu, arkasından devam etti, dua bitti ve fatiha okundu.

 

Üzümler getirildi. Misafirlerle beraber bunlar da yendi. Biraz yarenlik edildi. Oradan buradan şeyler konuşuldu. Misafirler ev sahibine teşekkür edip birer ikişer ayrılmaya başladılar. Dağlı’dan üzüm getiren iki kişi de oradaydı. Onlar da kalktı. Onlardan genç olanı, yaşlı adamın elini öpmek istedi ama o buna müsaade etmedi. Elini geri çekti. Sırtını sıvazladı ve adlarını saydığı dostlarına selam söylemelerini istedi.

 

Eşyalarını aldılar ve geldikleri yere doğru döndüler. Katırları dereye varıncaya kadar arkalarından çektiler ve birini terkisine alıp ikisine bindiler. Akşama epey bir vakit vardı. Hızlıca giderler ise en geç akşama evde olurlardı. Köyden biraz uzaklaştıklarında artık yokuşu tırmanmış, düze varmışlardı. İçlerinden sesi güzel olanı katırın sırtında Dadaloğlu’nun Mıstık Paşa için söylediği uzun havayı yanık sesi ile söylemeye başladı.

 

Son Kozanoğlu beylerinden olan Küçük Ali Oğlu Bey devlete karşı ayaklanmış, üzerine gönderilen Osmanlı komutanlarından Halit Paşa komutasındaki orduyu yenmişti. Uzun süre Osmanlı Devleti’ni uğraştırmıştı. Mıstık Paşa da, Küçük Ali Oğulları’ndan Halil Paşa’nın küçük oğluydu. Ağabeyi Dede Bey’in Adana Valisi Beylanlı (Belenli) Mustafa Paşa tarafından idam edilmesi üzerine Payas Sancağı Adana Beylerinin eline geçmişti. Mıstık Paşa ve ailesi, Fırka-i İslahiye zamanında yani Avşarların zorunlu iskânı sırasında sürgüne gönderildi ve böylece Küçük Ali Oğulları’nın sonu gelmiş oldu.

 

Bu dağların her iki yüzüne bu olaylardan sonra Ulaşlı Avşarları yerleşmişlerdi. Dağın İskenderun ve Dörtyol tarafında oturanlar, onlara “dağlı” derlerdi. Onlar artık dağlıydılar aynı zamanda da Avşar’dılar. Avşar Beyi Mıstık Paşa için söylenmiş bu türkü halen içlerini yakıyordu ve dağ taş, içindeki acıyı haykıran dağlıdan bu genci dinledi.

 

Yine tuttu Gâvur Dağın boranı

Hançer vurup acarladın yaramı

Sana derim Mıstık Paşa öreni

İçindeki bunca beyler nic’oldu

 

Çınar sana arka verip oturan

Pöhrenk ile sularını getiren

Yoksulların işlerini bitiren

Samur kürklü koca beyler nic’oldu

 

Tavlasında Arap atlar beslenir

Konağında baz şahinler seslenir

Duldasında nice yiğit yaslanır

Boz kıratlı yüce beyler nic’oldu

 

Gidip kar beyazdan sular getiren

Dört yanında meyvelerin bitiren

Çınar sana arka verip oturan

Havrana’lı büyük beyler nic’oldu

 

Sabahaca kandilleri yanardı

Soytarılar fırıl fırıl dönerdi

Ha deyince beş bin atlı binerdi

Sana inip konan beyler nic’oldu

 

Mıstık Paşa gitmiş odası yaslı

Hatunları vardı hep turna sesli

Top top zülüfleri de İstanbul fesli

Usul boylu hatunları nic’oldu

 

Saçı altın bağlı fesler sırmalı

Lâhuri şal giymiş gümüş düğmeli

Gözleri kudretten siyah sürmeli

Mor yelekli güzelleri nic’oldu

 

Derviş Paşa yaktı yıktı elleri

Soldu bütün Çukurova gülleri

Karalar geydik de attık alları

Altınımız geçmez akçe tunç oldu

 

Gine göründü Anavarza Kalesi

Hiç gitmiyor aşiretin belası

İlahi Mecit Paşa Hak’tan bulası

Çukurova kilidi beyler nic’oldu

 

Ağlayı ağlayı Dadal’ım söyler

Vefasız dünyayı şu insan neyler

Bin yiğidi bir kötüye kul eyler

Şimden geri yaşaması güç oldu